Uzun bir koridordan yürüdüğümü hatırlıyorum. Loş, nemli ve insanı endişe duygusuna sevkeden uzun bir koridordu. Biraz ileride gördüğüm asansör, binanın mütevazı bir apartman olduğu kanaatini uyandırıyordu bende. Bu bina neredeydi? Kime gidiyordum? Bu yer yer yıkılmaya yüz tutmuş duvarlar, bu toprak yığınlarıyla dolmuş koridor, bu bakımsız asansör… Bu yolun sonu nereye varıyor bilmiyordum.
Bu harabeye dönmüş binanın asansörüne güvenmeyerek merdivenlere yöneldim. Merdiven boşluğu yukarıya uzayıp giden bir kuyu gibi zifiri karanlıktı. Ancak çocukluğumdan beri korktuğum karanlık, burada müşfik bir anne kucağı oluyor, dört koldan sarmalıyor, bağrına basıyordu beni. Bir ses beni çağırıyordu... El yordamıyla çıktım merdivenleri, soğuk duvarlardan parola sorarak, adımlarımı sayarak çıktım. Ölgün bir ışık demeti selamladı önce, sonra küçük bir dönemeç ve ranzalar...
Önce ranzaları gördüm. Gri, yer yer paslanmış sıra sıra ranzalar. Beyaz önlüklü doktorlar yüzlerinde soğuk bir endişeyle koşuşturup duruyorlardı. Tüm duygulardan arınmış yüzler, ızdırapla kıvrımlanmış alınlar, kasılıp kalmış vücutlar, kopmuş kol ve bacaklar, açık yaralar… Hepsi dünyama öyle yabancıydılar ki. Parmağımı kessem yarama bakamam oysa sıralanmış ranzalar boyu bir gelincik tarlası gibi uzayıp giden insanlara, yaralarına, acı okunan yüzlerine korkmadan, ürkmeden, çekinmeden, tarifi güç bir merhametle bakıyordum.
Burası bir hastane olamayacak kadar karmaşık ve kirliydi. Toza bulanmış pencerelerden süzülen güneş, soluk ve güçsüz huzmeler halinde keder okunan çizgilerden, iniltilerden yol bularak ilerliyordu. Yaraları aydınlatıyorken rengi kırmızıya dönüyor, yüzlere vurduğunda soluk bir sarı oluyordu. Işık hiç görmediğim bir tarzda renk renk uzuyor, kısalıyor, zaman zaman titrek, zaman zaman kuvvetli tayflar halinde oda boyunca yankılanıyordu.
Bu ışık oyunları gerçek olamayacak kadar efsunluydu. Bu yaralar, bu yer yer sarıya, yer yer kırmızıya çalan renkler, bu et ve ızdırap kokan tozlu oda, gerçek olamayacak kadar büyülü, ürkütücü ve korkunçtu. Ranzalardan birinin kenarına ilişip, avuçlasam ellerini bir yaralının, birinin yüzünü bulandığı toz ve topraktan arındırsam, birine bir yudum su içirsem rahatlayacak, bu dehşetten, bu kasvetten kurtulacaktım.
Odanın sarıya çalan bir yerinde kahverengi bir çift göz mıhlandı bakışlarıma. Henüz okula başlayacak çağa varmamış küçücük bir erkek çocuğu. Alnı dehşet ve korkuyla gerilmişti. Yağmur damlaları gibi berrak ve titrek bakışlarını çivilemişti yüzüme. Sustu, sustum. Ağladı, ağladım.
Uyandım.
Söylenerek çıktım yataktan, gün ışıyalı çok olmuştu. “Hep bu son okuduğum kitap yüzünden. O yazarı hiç okumamalıydım, gerçekle hayal iyice birbirine girdi.” Çantamı toparlayıp çıktım evden. Birkaç günlük yağmura aldanıp yeşeren toprağı ezerek, koşar adım vardım işyerine. Kışın ortasındaydık fakat güneş neşeyle parıldıyordu. Deniz, çok öteden bakan beni bile bambaşka bir dünyaya sürükleyecek kadar göz alıcıydı.
Günün ortalarına doğru bir dost telefonuyla soluklandım. Ne zamandır görüşmemiştik ama daha iki gün önce rüyamda görmüştüm Bengisu’yu.
- Seni rüyamda gördüm dostum. Merak ettim, nasılsın?
- Şaka mı yapıyorsun sen?
- Hayrola mübarek, ne şakası? Hakikaten…
Anlattı rüyayı, ben de rüyamı anlattım hatırladığım kadarıyla. Neredeyse aynıydı. İkimizin de aynı rüyayı görmüş olma ihtimaline inanmakta zorlanıyordum. Geçiştirmek için işi şakaya vurdum.
- Araya yollar girse de biz rüyalarda buluşuyoruz sanırım. Görüşmek üzere…
Kapattım telefonu. Nasıl da yorgundum. Uyumaya ne çok ihtiyacım vardı. Masanın üzerine birikmiş dosyaları istifleyip rafa kaldırdım. Birkaç dakika kestirmek bile kârdı. Koltuğa güzelce yerleşip, yumdum gözlerimi. Bir çift kahverengi göz, bir çift yağmur damlası, bir çift çocuk bakışı ışıldadı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)