Aksi Seda

Sesimin yankısı olabilir misin ?
Ya da izin verir misin aynada aksin olayım…
Saçlarına düşen kırağı ya da küçük kıvrımlar ellerinde…
Öyle sevebilir misin beni, sen gibi…
Ya da sen olabilir misin biraz ben gibi…



Özleyiş ve umut

Sözlere dökülmeyen, ürkek ve çocuksu bir özleyişle içimde biryerler tutuşmuşken, geleyim mi deyiverdi. Sahi, gelecek misin?

Geleyim mi ?

Nasıl derim gel.. Ya gelmezse… ya gelemezse.. Ya geldiğinde çağırdığımın o olmadığını görüverirsem.. Ya o bulamazsa geldiğini… Karşılığı bulunmayan garip bir buluşmanın hayalkırıklığını ya da buluşamamanın kırgınlığını atabilir miyim üzerimden ben.. Bilemez ki…

Geleyim mi ? Geleyim ister misin?

İstemez olur muyum? Bu ne garip soru böyle.. Şüphen mi var? Ancak duyduklarınla mı perçinleyebileceksin içindeki ümit ağaçlarını… İstemez miyim… Özlemedim mi sanıyorsun benden bir soluğu, ben gibi bir çift gözü…

Aslında biliyor musun ne anladım, cesaretin yok senin…

Doğru.. Öyle doğru ki… Bilemezsin kaç dost elimi bıraktı bir es boşluğunda hayatın hiç düşünmeden… Kaç kez zemheriye savruldu yüreğim, dost iklimlerden.. Kaç kez eşkiyalar kesti dosta giden yollarımı… Azıksız ve cephanesiz yakalandım kaç pusuya… Çaresiz vurdum kendimi dağlara… Mağaralara sığındım ve ıslak karanlığında filizlendi yeniden parmak uçlarım… Kaç kez… Nereden bileceksin…

Bekleyiş

Uzun… Upuzun bir soluktu seni beklemek… Sanki tek nefeslik ve sanki günler boyu… Yanlış anlamamalısın… Müşteki ya da mutazarrır değilim halimden… Huzurlu ve sakin bir nefesti seni beklemek… Hayat sunan bir nefesti… İnşirah taşan bir nefes… Ancak, bilir gibi gelmeyeceğini… Bir yanı kırık bir nefesti işte… Biraz gider gibi, biraz kalır gibi, bekler gibi ancak bir yandan gelmeyeceğini de bilir gibi… Bilge bir nefesti demeyeceğim. Bilsem belki beklemezdim… Umdum… Umut ettim geleceğini… Hani ağlayacaktım ben sen geldiğinde utanmadan… “Hani ah be dostum” diyecektim… “Bir bilsen…”

Uzun kitap raflarını taradı gözlerim seni beklerken.… Seni beklerken İskender Pala okudum… Kırk güzeller çeşmesinden yudum yudum içtim bengi suyu… Ferahladım… Sonra ahşap kanepesine oturdum kitapçının… Uzun uzun rafları, kitapları, kitap okuyanları seyrettim… Bir bayram akşamında kitapçıda alışveriş yapanlardan daha ümit verici bir sahne düşünebiliyor musun? Almış bayram harçlığını iki kardeş tatlı tatlı tartışıyorlar, senin bir sürü kitabın var ben bu kitapları beğendim alacağım. Artanıyla sen alırsın. Bu benim hakkım. Kalkıp sarılmak geliyor insanın içinden, insanın içinden iki yanaklarına sıcacık bir iyi bayramlar öpücüğü kondurmak geliyor….



Sukût-u Hayal

Seni beklerken When the children cry çalıyordu kitapçıda arka fonda… Sonra Nancy Sintara Bang Bang… İşte öyle iki el ateş ve ben kan-u revan… Yaralandım… İşte sana gel diyemezken bildiğimdendi aslında gelemeyeceğini… Ancak yine de geleceğini umarak gel deyişim… Ve şimdi ıslak kaldırımda ışıl ışıl bir gök altında kan-u revan, yaralıyım… Anlatamam ki…

Varsın dramatize etme desin birileri, birileri edebiyat yapmanın ne alemi var desin… Benim içimde bir yerler yara aldı işte… Ama ne ateş eden sensin ne ben attım kendimi kurşunun önüne, kurtarmak uğruna birilerini… Hiçbiri değil… Mukaderat dostum…

Nasip değilmiş….

Hüküm

“Eger hakikaten sevseydin….” Hükmüm böyle verilmemeliydi… Karara muhalefet şerhi koyuyorum, gözyaşlarımla…

Yine de inadına,

Duayla…
Muhabbetle…
Aşkla…

Vesselam!



22 Aralık 2007 Cumartesi 21:29
Mersin/Türkiye/Dünya/Güneş Sistemi


...Sevdiklerinizle Nice Bayramlara...


Bayramlar çocukken daha bir güzel, daha bir doyumsuzdu...




Sabırsızlıkla beklediğimiz, hiç bitmesin istediğimiz, ceplerimizi harçlıklarla, midemizi tatlılar ve şekerle doldurmaktan gayrı derdimizin olmadığı günlerdi bayramlar.....




Bayramlar bizler çocukken biraz yolculuk demekti... Tren istasyonları demekti bayram... Belki istasyonlardan alınan küçük oyuncaklar ya da bir anlık gafletinden yararlanıp annemizin babamızın, vagonun penceresinden sarkıp, iç anadolunun o serin ve ferah rüzgarını hissetmek demekti saçlarımızın arasında, yüzümüzün kıvrımlarında...




Bayram kavuşmak demekti...
Bayram heyecandı...
Bayram mutluluktu biz çocukken...


Hepinize çocukluklarımız tadında bir bayram diliyorum....



Dua ve Muhabbetle, vesselam!

Fotograf Fatih Pınar - Atlas Dergisi

İkinci Mektup

Aramak...
Ömür boyunca aramak...
Yalnız seni aramak...
Paslı teneke kutularda, küf kokan dolaplarda, çerçevelerde, tenhalarda, ağaç diplerinde, sonra vapurlarda, trenlerde hep seni aramak. Belki bu şehirde değilsin. Ne çıkar? Seni arıyorum ya. Belki de ayni sokakta evlerimiz, sabahları beni görüyorsun işime giderken. Sonra akşamı bekliyorsun, alacakaranlığı... Beni bekliyorsun ya da bir başkasını, bir başkasını...

Hiç gel demiyeceğim sana. Aramak neredeyse ben oradayım. Ayaklarım ne güne duruyor? Yok yok birden karşıma çıkma. Kaç, saklan. Seni aramak istiyorum. Git bu şehirden haydi git. Dağlara çık, o uzak dağlara. Rüzgârların krallığında hüküm sür. Baktın ki oraya da geldim, yine kaç. Başını al, açıl denizlere.

Gemilerin en güzeli, en büyüğü dilediğin limana götürmeli seni, dilediğin yere demir atmalı. Ben küçük bir balıkçı kayığı ile peşinden gelsem yeter. Seni arıyorum ya ! Bir yıl, beş yıl, on yıl değil; beşikten mezara kadar aramalı insan ama ne aradığını bilmeli. Yaklaşıp uzaklaşmalı aradığından. Okyanus dalgaları üstünde bir küçük tekne gibi alçalıp yükselmeli. Yalınayak koşmalı yollarda, ayaklarını sivri taşlar kesip kanatmalı. Çöllerden geçmeli yolu, yanmalı kavrulmalı. Sonra gözün alabildiğine ak, soğuk ülkelere düşmeli. Buzlar kırılmalı ayaklarının altında, üstüne kar yağmalı.

Bir gün bulacaksam bile parça parça bulmalıyım seni. Ayaklarını Afrika'dan getirip bir kâğıt üzerine yapıştırmalıyım, saçların Sibirya'da bir mabudun gözleri olmalı, ellerin İtalya'da bir heykelin elleri. Bulsam da seni parça parça bulmalıyım. Yine de bir yerin eksik kalmalı. Yeniden yollara düşmeliyim, onu aramalıyım.

Ve tam seni tamamladığım anda ölmeliyim.

Ümit Yaşar Oğuzcan


Gözlerim yanıyor anne...
Ellerim tutuştu tutuşacak...
İçimde çırpınıp duran bir güvercin,
Kurtulmak için bir menfez kollar gibi...
Bir soluk almak için açıversem ağzımı
İşte uçtu diyeceğim sanki....



* * *



Ağlamak mı gülmek mi tebessüm mü yakışan
Kapımızda beliren davetsiz misafire
Bilemiyorum anne...

Koparsam şu ipleri,
Çözsem prangaları
Kanatlarımı takıp ardı sıra süzülsem...

Belki dudaklarımda ürkek bir tebessümle
Belki boğazımda düğümlenen coşkun hıçkırıklarla...
İlla ki muhabbetle...
İlla ki aşkla...

11 Aralık 2007


Yıl 1977….
O zamanlar senden bile güzeldi İstanbul….



Yıl 1977….
Sahilde sandallar… Galata eski köprüsü vardı o zamanlar, henüz yangın çıkmamıştı… Alevler alıp götürmemişti bir şeyleri… O zamanlar balıkçılar vardı Eminönü’nde..


Yıl 1977…
Beykoz sahilinden denize girerdi insanlar.. Kocaman bir oyun parkı.. Salıncaklar, kaydıraklar, tahteravalliler.. babam, ben…. Annem evde bize sütlü, portakal gibi kokan kurabiyeler yapardı…


Yıl 1977…
Eyüp mis gibi deniz kokardı o zamanlar… Güvercinler kanat çırparken bile itinalı… Güneş her daim mütebessim.. Sütlüce’den bindiğiniz Kadıköy motorları daha nezihti örneğin…


Yıl 1977…
Şişli en müstesna semtlerinden biriydi İstanbul’un.. Şimdiki gibi kapkaçta birinci değildi tabi. Dar kesim kravatlı , takım elbiseli beyefendiler, döpiyesli hanımefendiler arz-ı endam ederlerdi Nişantaşı’nda… Dedem, kahverengi kravatını itinayla bağlar, takım elbisesini giyipbazen atölyesine, bazen adliyeye giderdi, bilirkişi olarak.
Anneannem biraz iyi biraz kötü ama her daim hamarat, çalışkan, arı gibi.. Yılların yükünden midir bilinmez biraz çökmüş bakışları, eskisi kadar parlak değil cildi ya olsun.. Her daim mütebessim ama bir o kadar vakur ve dik… Tam bir Osmanlı.


Yıl 1977….
O zamanlar her şey bambaşka… Herşey rengarenk… Herşey …. Her ne ise ondan…


Geçtiğimiz cumartesi dedeme sormuşlar, hangi yıldayız diye.
Cevap vermiş : 1977…
Haklısın dedeciğim.
Ben de olsam öyle söylerdim. Bu yıl 1977 olmalıydı…

Belki de hepimiz kötü bir yanılgı içindeyiz…

Aralık/2007