“Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça ikbalime”
Başucunda inceden inceden çalıyordu şarkı. Köyünün yazları geldi gözünün önüne. Serin, iyotlu boğaz havası… Bir yanı mavi bir yanı yeşil memleketi, Çanakkale. Yazlığın balkonunda tavla safaları, çay bahçesindeki uzun, keyifli, doyumsuz dost sohbetleri…
Nihavent bir acı çöreklendi yüreğine. Güçlükle gözlerini açtı. Pencereden donuk bir mavilik süzülüyordu. Yoğun bir sis, bulanık kesif bir hava. İçi karardı. Odanın beyaz duvarlarında gezindi bakışları. Ayak ucunda büyükçe bir sehpa üzerinde duran televizyon. Sağında kanepe, kızı…
Perde-i zulmet çekilir korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
Ayşeciği seçmişti bu şarkıları. “Nasıl da biliyor kızcağızım dedesinin zevkini. Ne güzel şarkılar seçmiş benim için.” Tebessüm edesi geldi ama olmadı.
Fazla aydınlık olduğunu fark etti odanın. Beyaz duvarlar, bembeyaz çarşaf ve yastık. Floresan ışığıyla birlikte insanın üzerine yürüyen, meydan okuyan bir aydınlık… Bu beyaz ışığın gerçeğin keskin kılıcıyla üzerine saldırdığını, gözlerini yaktığını, nefesini kestiğini hissetti. “Başka renk olmalı bu duvarlar, beyaz değil. Kesinlikle değil. Şöyle yumuşak bir renk olsa bu odaların ampulleri, ümit etmeye müsait bir ışık. Ne güzel olurdu.”
Toruncağızı gözleri buğulu, kederli ve titrek bir sesle şarkıya eşlik ediyordu.
“Eğilmez başın gibi
Gökler bulutlu efem
Dağlar yoldaşın gibi
Sana ne mutlu efem”
Çok yorulmuştu. Yumdu gözlerini. Sahi kimbilir kaç vakit evveldi. Salonda çay sohbetinin ortasında kulaklarına çalınan melodi ile hepsi misafir odasına yönelmişlerdi. Volkan almış enstrumanını eline hevesle çalıyor, Ayşe de mütebessim ona eşlik ediyordu. İçeri girmeye, büyüyü bozmaya korkmuşlar, kapıdan dinlemişlerdi tüm ev ahalisi. Şarkı bittiğinde – tıpkı filmlerde olduğu gibi – coşkuyla alkışlamışlardı. Nasıl da utanmıştı her iki torunu da. Yüzleri nasıl da kızarmıştı. O ise ne mutlu olmuştu o gece. İki evladı, torunları, hayat arkadaşı aynı çatı altında.
Çok eski yıllara uzandı hayali, uzun yaz tatillerinde koca taş evin her bir odasında ayrı aile. Pürneşe yemek sofraları, çocukların tatlı tatlı tartışmaları, koridorlarda, üst katta, arka bahçede koşuşturmaları. Asuman’ın muziplikleri, Sevim’in harikulade yemekleri. Ne güzel yıllardı, ne güzel yaz tatilleri. Acı bir tebessümdü belki yakışan, lakin olmadı. Gülümseyemedi. Yalnız gözbebekleri yandı, dolu dolu oldu gözleri.
- Dedeciğim, bir bak yüzüme ama. Ablam geldi unuttun beni. Pabucumuz dama mı atıldı?
Açmak istedi gözlerini. Ama gözlerine söz geçiremeyecek kadar yorgundu.
- Bak dede bir konuda anlaşalım, unutma ben senin ilk gözağrınım.
Ayşeciğinin sesi odanın beyaz duvarlarında yankılandı durdu. Kelimeler uzadı, kelimeler kısaldı. Uykusu vardı. Uzun bir uykuya dalası vardı.
Zorlukla açtı gözlerini. Ne çok kaybedilmiş zaman vardı aralarında. Ne çok biriktirilmiş cümle ne çok “keşke”leri vardı. Şimdi tam da bu fırsatta söylenecek ne çok şey vardı.
Keşke… Tövbe, nasip…
Vazgeçti, uyumak istiyordu. Hem ne çok yorulmuştu. Sıkıca yumdu gözlerini, gözyaşları beyaz yastığına süzüldü.
***
Varsın her sabah gelen doktor genel durumu kötü, bilinci kapalı yazsın. Yalan değil, gördüm.
214 Numara
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder