BAY AHMET (Tadilatta:)

O sabah da yine dehşetli bir kabusun kucağından düşer gibi uyanacağını zannediyordu yatağına girerken... Yani yine gördüğü kabusun en dehşetli noktasında açacaktı gözlerini kan ter içinde ve ilk gördüğü yine 07:00’ı gösteren talebelik yıllarından kalma çalar saati olacaktı. Derin bir “oh!” çekecek ve söylenerek çıkacaktı yataktan. Çok erkendi zaten uyanmak için ve kahrolası bir çalışma günüydü her zamanki gibi.

Bay Ahmet zannediyordu ki o sabah da dağınık bekar evinin fazlasıyla dağınık mutfağında yapabileceği eğreti bir kahvaltıya tenezzül etmeyerek köşedeki fırının poğaçalarına talim edecekti. Yine aynı lanet takım elbisesini giyecek ve nefret ettiği kravatını takacaktı. Hatta karşı dairenin çirkin sakinesiyle her sabah olduğu gibi bu sabah da enteresan bir rastlantı sonucu kapıda karşılaşacak, selamlaşacaklardı.

Olacaktı tüm bunlar. Hatta olmalıydı... Olmalıydı ki Bay Ahmet bol bol küfredebilsin... Lanetler savurabilsin...

Bay Ahmet’in hayatına renk katacak yığınla uğraşı vardı desem... Yoktu! Bay Ahmet çocuklardan ve hayvanlardan nefret ederdi. Zaten her ilkbahar külli bir işkence vakti idi Bay Ahmet için. Polenler annesi ile birlikte tüm sülalesine ağıt yaktırırdı üç ay boyunca. Çekilir dert değildi yani anlayacağınız.

Bir kitap kulübüne üyeydi Bay Ahmet. Lakin hiçbir kitabı bitirmeye sabrı yetmedi. En son lisede iken edebiyat dersinden yıllık ödevi için M. N. Sepetçioğlu’nun Kapı mıdır, Kilit midir bir kitabını okuyup; özetlemişti.

Bay Ahmet’in esaslı bir çevresi de yoktu. Bir aralar hem çevre edinebilmek hem de lanetler savurduğu düzensizliğe bir düzen verebilmek için bir sendikaya üye oldu. Yürüyüşlere falan katıldı. Afilli sloganlar attı. Sıkı tekmeler yedi! Destekli jop darbeleri! Anlayacağınız Bay Ahmet çiçeklendiği hiçbir dalda tutunamadı. Ya da şöyle diyelim: “Mevsim müsait değildi.”

Çiçeklenmek deyince Bay Ahmet’in de diğer tüm sağlam ve sağlıklı erkekler gibi kız arkadaşları oldu. Unutuldu ya isimleri olsun. Bir tek Mücella! Mücella unutulabilir miydi! 1960’ların filmlerinden bir kareydi sanki Mücella. İçli kızdı. Kibar. Gözleri gece karası idi, saçları şarap kızılı... Üç sokak ötede iki katlı ahşap bir evdi yaşadığı... Annesi, babası ve büyük halasıyla beraber yaşadığı iki katlı ahşap evi Bay Ahmet’e kabe kılan Mücella...
Ahmet Haşim severdi Mücella... Şiirler okurdu Bay Ahmet’e Haliç’e karşı...

Gök yeşil, yer sarı, mercân dallar,
Dalmış üstündeki kuşlar yâda;
Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Bu sönen, gölgelenen
dünyâda!

Şimdinin üç çocuklu Mücella anasıydı belki ya olmazdı. Unutulamazdı 1975 Mayıs’ının kızıl saçlı Mücella’sı...

Hayattı işte onunki de... Biraz gam, biraz keder, biraz coşku, bir parça aşk, nefret, pişmanlık... Baştan ayağa tereddüt bir hayattı... Tereddüt, beyninde filizlenip kalbine yol bulan bir ayrık otu gibiydi.

Tereddütsüz attığı adımların, doğruluğuna dair içine düştüğü tereddüt krizi son birkaç yıldır kemirmekteydi hafızasındaki tüm kareleri. Bay Ahmet son üç yıldır irdeleye irdeleye şüphe rengine boyanmadık pek az kare bırakmıştı hayatında. Adını hakikat koyduğu birkaç şey kalmıştı elinde ve sıkı sarılmıştı bunlara.
Annesi…
Annesi hakikatti baştan ayağa. Irmak gibi dupduru ve akışkan…

Güvercinler…
Balkonunu mesken tutmuş edalı güvercinler…

Peki ya Mücella ?
Hakikat miydi kızıl saçları ve gece karası gözleriyle... Hala verememişti ya cevabını bildiği bir şey vardı , aşk hakikatti... Pervasızca savurduğu tüm lanetlere rağmen Bay Ahmet 1975’in mayısından beri yüreğinin bir köşesinde taşıyordu bu hakikati... Evet... Evet aşk hakikatti...
Bay Ahmet. Dedik ya, sanıyordu ki, o sabah yine her zamanki gibi başlayacaktı... Gün yine lanet doğacaktı. Telefonu çalmayacaktı gün boyu... Bay Ahmet yalnızdı ve yalnız olacaktı. Mücella üç sokak ötede oturacak ve Bay Ahmet karşılaşmamak için Karanfil sokağı kendine haram kılacaktı...

Hayat tüm tantanası ile sürüp gidiyordu ve Bay Ahmet sürünmemek için yaşarken alabildiğine sürükleniyordu... Ve yeni yeni farkediyordu ki; sürünmek ile sürüklenmek arasında çok da hayati bir fark yoktu. İki kelime, alfabetik bir uyum sergiledikleri gibi insan üzerindeki etkileri de üç aşağı beş yukarı aynı idi...

Bay Ahmet... Saçları gümüş... Gözleri tüm sevdaların, ızdırapların, tereddütlerin, hataların, günahların yorgun tercümanı... Yitirilmiş, tüketilmiş bir ömür... Eskitilmiş bir hayat işte... Hakikatlerle sahtelikler arasına sıkışıp kalmış; sevdalarla öfkeler arasında göz açıp kapatıncaya kadar geçen bir fasıla... Tek nefeslik... Tek bakışlık... Baştan ayağa tek eylem olan bir yaşam... Baştan ayağa tereddüt bir adam...

O sabah da lanet bir sabah olacak fakat her ne olursa olsun gün doğacak sanıyordu Bay Ahmet... Olmadı... Her sabah karşılaştığı yan dairenin sakinesiyle bu sabah karşılaşamayacaktı. Mücella en küçük oğlunu azarlıyordu. Kerata gene ıslatmıştı altını... Köşedeki pastaneden boğaça alanlar birikmişlerdi tezgahın önünde... Mis gibi bir koku ta Bay Ahmet’in evine kadar ulaşıyordu.

Saat çalıyordu: saat 7:00! Haydi kalk artık! Aç gözlerini! Haydi! Olmadı... Bay Ahmet kabus da görmedi o sabah... Ve kabustan ışıyan güne düşemedi bakışları... Masanın üzerinde fotoğraftan annesi seslendi olmadı... Yaşama dair tüm kalabalık çöktü üzerine Bay Ahmet’in olmadı... Günün moda parçalarını çaldı karşıdaki müzik marketteki endamlı kız... Sokak inledi, Bay Ahmet kılını bile kıpırdatmadı. Mücella’nın aklına bir mısra düştü Haşim’den... Bir de bakışları Haliç’e benzer bir sima... Fayda etmedi... Güvercinler kondu yine o sabahta balkonuna Bay Ahmet’in...
Olmadı... Olmadı... Olmadı...

Bay Ahmet’i bulanlar onu Mücella’nın sokağından Eyüp Sultan’a götürdüler. Mücella bir baktı çevirdi sonra bakışlarını, çamaşırlar yığılmıştı yine... Makine yoktu ki atsın da iki çevirsin olsun bitsin... İşi çoktu... Bay Ahmet son bir kez daha gördü Mücella’yı yalan değil... Mücella hakikat miydi?

- Nasıl bilirdiniz?
- Sahi biz nasıl bilirdik abi?
- İyi bilirdik koçum iyi bilirdik...

0 yorum: