3,5 yaşındaki Mert Can'ın gözünden 26 Temmuz 2008...
Kulakları küçük olan halası Elif (kimlik bilgilerine göre ise NURAY) 'ın sözü, tatlısı, nişanı...
Her ne ise adı mühim değil...
Mutlu günü.. :)
Mert Can'ın Gözünden Bugün
Gönderen
Aybike
zaman:
12:39
0
yorum
Etiketler: Günün Aynasından Yansıyanlar, Yol Manzaraları
Ayakkabıcı
Çok sıcak bir gündü.
Hastanedeki onca koşuşturmacadan sonra SSK müdürlüğüne gidip bu evrakları onaylatmalısınız dediler. Mecburen peki deyip çıktım hastaneden
Bir insan seline kapılmış yürüyordum çarşıya doğru. Bir yandan vitrinleri seyrediyor bir yandan annemin ısmarladıklarının fiyatlarını aklımda tutmaya çalıyordum. En uygunu nerededir aklıma notediyordum. Güneş tepemdeydi ve ben boncuk boncuk terliyordum.
Bu arada elimdeki poşette unutulmuş bir iş düştü fikrime, Elif’in daha yeni aldığımız ancak yanlarından atmış ayakkabıları. İyi bir tamirci bulup, güzelce yapıştırtmak lazım bunları da. Haftasonu nişanında bu ayakkabılarını giymeyi planlıyordu.
Nem bunaltıyor, nefes aldırmıyordu, hava neredeyse külliyen su olup akıverecekti. Çarşı diye tabir edilen iki sokaktan mürekkep merkeze vardığımda önce ne tarafa gitmem gerektiğine karar veremedim. Sağda olmalıydı, şu ara sokaklardan birinde. Daha geçen yaz bez ayakkabılarımı tamire vermiştim. İki gün sonra ancak gidip alabilmiştim. Adres sormayı da hiç sevmem ki.
Sandığım kadar zor olmadı tamirciyi bulmak. Çoğunlukla ayakkabıcıların olduğu bir sokağın hemen sağında arada kalmış küçük bir dükkandı. Dükkanda iki tane ayakkabı dikimine yaradığını bildiğim makineden vardı. İkisinin arasından ancak bir kişi geçebilecek kadar bir boşluk kalıyordu. İkisi de yağ ve kir içindeydi. Fakat üstlerinde envai çeşik küçük süsler, nazarlıklar, gümüş işlemeli parçalar, kolye ucu, dualar… İkisi de özenle süslenmiş, gelinlik kızlar gibiydiler.
Kar beyazı saçlı, gözleri gök mavisi bir amca buyur kızım dedi. Ne de çok dedeme benziyordu saçları, gözlerindeki masum ışıltı.
- Tamir edilecek bir ayakkabı vardı da…
- Alayım ben, tamam kolay bu, yapıştırılacak sadece.
Ayakkabılarla birlikte elimdeki tüm poşetleri de bıraktım amcaya. Daha SSK’ya gitmem gerek. Elimde kocaman bir vazo, hangi akla hizmet aldımsa, mübarek gavur ölüsü sanki. Halbuki annem vazo falan da istememişti benden. Ama ne güzel durur girişteki masanın üzerinde. Bir demet de zambak aldık mı… Harika olacak…
- Ne zamana olur amca?
- Sen dönünceye biter kızım. Haydi uğurlar ola.
- Peki , kolay gelsin…
Amca beni o koca vazodan ve envai ıvır zıvırdan kurtarmıştı ya Hızır kesilmişti gözümde. Yaklaşık bir saat sonra uğradım dükkana. Kimsecikler yoktu. Kapı açık, her şey ortada. Fakat amca yoktu. Bu alışkın olmadığım bir itimat şekliydi. Eski zamanların insanları geldi aklıma. Kapısını çekmeye bile gerek duymayan, birbirine güvenen insanların zamanı… Bitişikteki ayakkabıcıdan pos bıyıklı bir amca : Buyur otur abla, bekle sen dükkanda şimdi gelir. Torunu gelmişti daha şimdi buradaydı … dedi.
Önce çekindim dükkana girmeye. Sonra baktım gelen giden yok. Geçtim ve köşede duran bir tabureye oturuverdim. Yanıbaşımdaki makinenin sağı solu gelinlik kız gibi süslü püslü. Diğeri de ona nazire yapar gibi. Sanırsınız yarışıyorlar birbirleriyle. Benim üstümde bu kadar süspüs yok yahu demek geldi içimden. Gülümsediğimi fark ettim. Derlenip toparlandım, malum çevre esnaf bu kız da neyin nesidir böyle, kendi kendine gülüyor demesinler diye.
Duvarlara takıldı gözüm. Bir sürü fotograf, gazete kupürü, eski bi kağıt para. Hz. Ali’nin fotografı, yanında Sözler’den bir dua. ‘Ya Rab, kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl… Amin…” Rahmetli Ecevit ve Rahşan hanım... Sivasspor'un kocaman bir afişi. Hemen üstünde bir denizyıldızı. Kaç yıldır burada kimbilir. Toprak rengine dönmüş yüzü. Yanıbaşında bir deniz çocuğu olmama rağmen daha önce hiç görmediğim garip bir balık. Öylesine enteresan görünüyor ki, sanırım bir müzede sergilense yeridir. O da bu dükkanın bir parçası olmuş. Hepsinin yüzünde aynı rengin yansımaları görünüyor.
Bayağı zaman geçmiş. Ben dükkana alışmışım. Hani zaman orada başka akıyor. Aşinalıkla olsa gerek cep telefonuna davrandım. Birkaç kare çeksem.. Ne olacak ki, çok çok çevreden bakanlar hayırdır derler. Geçerler. Utana sıkıla birkaç kare çekiyordum ki arkamda bir ses: “Bizim torun geldi, kusura bakmayın sizi de bekletmişiz. Kerataya bir şey beğendiremedim. Verdim parayı, gitsin anasıyla alsın, uğraşamam.(Bir süre sustu. Yalnızca birkaç saniyeydi.)Babaları öldü de.”
“Öyle mi ? Allah rahmet eylesin…”
Bakışlarını kaçırdığını fark ettim. Yüzünün her bir kıvrımında aynı hüzün okunuyordu.
“ Benim tek evladımdı babaları. Allah kimseye evlat acısı yaşatmasın. İki ay oldu. Burayı kapatmıştım yeni açtım. Beraber çalışırdık. Bak bu onun fotografı…”
Sivasspor afişinin yanıbaşında bir fotografı işaret ediyordu.
“Ne kadar da size benziyor, sizin gençliğiniz sanmıştım ben. Allah sabırlar versin…”“Hanım diyor ki git çalış , ama nasıl çalışayım, şurada otururdu, şu makinada o çalışırdı.”
Sesi titriyordu. Benim boğazımda bir düğüm. İçimde keder rengi bir duman yükseliyordu gözlerime doğru. Konuşsam titreyecekti sesim biliyordum. Sustum…Bir süre sessizlik oldu. Küçücük dükkanın içinde vızıldadı durdu ince bir nota. İnsanın içine dokunan bir nota, dolandı durdu küçük dükkanın içinde.Bazen söyleyecek sözü kalmıyor insanın. Sözüm yoktu. Böylesi bir acıyı teselli edecek tek kelimem yoktu.
Biz de dedemizi kaybettik geçtiğimiz ay desem. Ben dedemi çok severdim amca. Onunla daha yapacak çok şeyimiz vardı, yaz için planlarımız vardı desem. Biliyor musun amcacığım dedem bir gün sustu, sonra aylarca konuşamadı, bir bilsen amcacığım ne acı bir şey gözlerine bakıp da tek kelam edememek desem. Desem ki… Sustum…
- Borcumuz ne kadar amca ?
- İki lira ver yeter kızım..
Ellerim titriyor, cüzdanın içinden iki lirayı tutup çıkartamıyorum.- Yoksa kalsın.. mühim değil hanımkızım.
Amca öyle gönlü geniş, hani iki satır da dertleşmişiz ya bana öyle geliyor ki, dost olmuşuz kırk yıllık. Artık bir ayakkabının tamirinin aramızda lafı olmaz demeye getiriyor. Diyemiyorum ki amcacım ellerim titriyor tutup çıkaramadım bozuk parayı diye.
- Yok amcacım, var inşallah. Bozukluk vereyim diye uğraşıyorum.
Güç bela çıkarttım kıytırık iki lirayı cüzdandan. Her bir yanı gümüş parçaları, nazarlıklarla süslenmiş makinanın üzerine bıraktım.- Hakkını helal et amca, hadi kolay gelsin…
- Sağol hanımkızım…
Dükkandan çıktım, adımlarım yavaşlamış, kalabalık bir pazarın orta yerinde pervasızca adımlıyordum kaldırımı. Sağdan soldan gelenler de , dükkanların önünde oturan garip tipli insanlar da umurumda değildi. Bir ara bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Amcanın gözleri gibiydi… Dedem gibiydi.
Ankebut
Yine bir düş gördüm.
Belki de değildi...
Gecenin geç bir vakti, bir yazının sancısını çekerken buldum kendimi. Anlatmalı bunu diyordum kendi kendime...
Evin kaybetmenin acısını, ızdırabını anlatmak...
Yeniden başlayışları betimlemek...
Herşeye ve belki tüm aksiliklere rağmen, yılmadan, pes etmeden, her ne kadar küçüksem de dünyada, özümle büyüklerden büyüğüm diyerek sınırları zorlamak ve yeniden başlamak herşeye....
Kaybettiklerinin yerine yenilerini inşa etmek... Yeniden bir ev kurmak....
Karanlıktan, alaca aydın odama açtım gözlerimi , sıcaktı ve çok terlemiştim... Banyoya gittim, yüzümü yıkamak biraz serinlemek için...
Aynaya baktım. Bakışlarım bulanık ama hala güzelim.
Aklımda rüyayla gerçek arasında seçilmiş bir kaç giriş cümlesi....
İçimde tarifi imkansız bir heyecan ve hüzün....
Evini kaybetmiş bir örümceğin ızdırabını anla(t)mak...
Bu yazıyı yazmalıyım; mutlaka...
Wirginia Woolf
Raslantısal olana hiçbir zaman inanmadım.
İflah olmaz bir romantik değilsem de -en azından artık - hayatın satır aralarında verilen ipuçlarını takip etmek, tatlı tevafukları keşfetmek tarif edilmez bir mutluluk veriyor bana.
Daha dün kendi kendime karar almıştım hergün birkaç satır da olsa yazacağım bloga da olur harici belleğe de diye, biliyorsunuz. Bugün sabah postadan gelen dergiyi masamın üzerinde buldum. Sayfalarını karıştırırken bir yazı beni aldı götürdü. Wirginia Woolf ve Yazarlık Dersleri :)
Bence trajik bir hayatı olan yazar bakın ne söylemiş : "sadece yazın demek istiyorum. Sayfalar dolusu saçmalayın. Aptal olun, duygusal olun, Shelley'yi taklit edin. İçinizden gelen her sese kulak verin, dilbilgisi kurallarını, teknik ve biçimsel alanda bilinen tüm kurallarla beraber ihlal edin, dökün, devirin, kendi keşfiniz olan, olmayan her türlü kelimeyi kullanın, şiirsel bir biçimde, düzyazı bir metinde, ya da elinize geldiği gibi, bir çırpıda yazılan anlamsız sözlerle öfkelenin, sevin, alay edin. Ta ki yazmayı öğrenen kadar..."
Emir telakki ederim!
BBC kayıtlarında Virginia Woolf'e ait 71 yıllık ses kaydı :
http://www.bbc.co.uk/bbcfour/audiointerviews/profilepages/woolfv1.shtml
Bir kaç satır
Kaleme davranmak sözü artık kitaplarda kaldı sanırım. Şimdilerde iki satır yazmak isteyen klavyeye davranıyor. Bundan bir kaç on yıl sonrasındaki deyimi şimdiden nazar-ı dikkatlerinize sunarım : "Klavyeye davranmak"
Uzun zaman önce Ali Çolak beyin kalem üstüne bir denemesini okumuştum. Ne güzel anlatmıştı beyefendi, kalemler ve kalem erbabı nasıl da yücelmişti gözümde. Ve ne kadar da eksik hissetmiştim kendimi. Ne kadar vefasız olduğumu düşünmüştüm "kalem"e karşı.
Niye anlatıyorum tüm bunları? Haklısınız, manasız görülebilir gecenin bu vaktinde kalem konuşmak. Ancak söz verdim kendime, her gün mutlak yazacağım iki satır. Ki aşinalık kazanayım kelimelerle. Okumak? Mutlak ve her zaman. Ancak yazmaya yazmaya yabancılaşıyorum sanki bu ülkeye ben. Sanki kelimeler alemi benden soğuyor. Cesaretim kırılıyor yazmadıkça. Cesur değilim, saçmalamayı baştan kabullendim, kınanmak bahasına yazacağım, biline.
Ancak böyle bileyleyebilirim içimden geçen cümleleri, ve ancak o vakit .... bilmiyorum. Ancak yazarsam iyi olurum. Bir gün olur a, iyi yazarsam, mutlu olurum... Mutlu olmak bu kadar kolayken, vazgeçemem...
Madem bunca susuyoruz, biraz yazalım...
Madem yazıyoruz, o zaman adam gibi yapalım değil mi ya..?
Rüya
Biliyorum düştü....
Hakikatle yoktu ilgisi alakası...
Belki bir oyunuydu beynimin bana...
Olur a belki bilinçaltımın bir yansımasıydı yalnızca bilinç aynasından yüzüme doğru....
Bir rüyaydı....
Biliyorum düştü...
Bir duvar gördüm düşümde...
İncilerle örülü bir duvar.
Pırıl pırıl...
Işıl ışıl...
Sonra bir inciyi kopardın aldın duvardan...
Ağlıyordun.
Ağlıyordum.
Uyandım...
Biliyorum düştü...
Biliyorum rüyaydı...
Peki niye gözlerim yandı ?
Dağ Başını Duman Almış...
Az önce haftasonu tatilimi garantilemiş bulunmaktayım. Bu haftasonunu toroslarda geçireceğim. Eğer fotograf makinasının batarya problemini halledebilirsem p.tesiye süper fotograflarla döneceğimi umuyorum.
Uzun zamandır sessiz ve sakin bir kaç günün hayalini kuruyordum. Şimdi işte o fırsat. Biraz zahmetli bir yolculuk olacak ama sanırım neticesine fazlasıyla değecek. Şimdiden burnuma çam ağaçlarının kokusu geliyor..
Bekle beni Toroslar,
Geliyorum!!!
İnsan İki Kişidir
Ben sana eski bir şey söylemiştim
evler içe doğru açılıyordu daha
kelimeler içe doğru açılıyordu
daha içe doğru açılıyordu daha
iki kişi bir insanda
insan iki kişiydi insan iki kişidir
daha kalabalık değildir biri olmaktan
yokluğun bıraktığı iki kişiden
biri derinliğine insan
biri boğulur ondan
iki kişidir insana
tuzaktan düşen orman
hanidir kuşlardan konuşmadık
en az iki kişidir
bir insanda aşk olmak
onları da birbirine bağışla
iki kişinin düellosunda
karşısında ondan kutsal
kimi bulacak insan
iki kişiysen yalnızsın
deli çocuk deli kadın
topladığın deli çiçek
iki kişilik biletin
insanı çoktan geçti
birazdan dolar yalnızlık
iki kişi daha var
biri yola çıktı yine içimde
biri açacak
ben sana eski bir şey söylemiştim
biri fazla
insan iki kişidir
insan şimdi kaç kişidir
kaç kişiden kalır bir insan
kaç kişi bıraktıysan
bir insandan kendine
beni iki kişi bırak
biri ateş olsun sarsın
biri bunu yangın sansın
beni iki kişi bırak
biri ele versin beni
biri suçumu üstlensin
beni iki kişi bırak
beni iki kişi bırak
Eskiden Terzi (1991 - 1994)
Haydar Ergülen
Sevmekle yürek aşınmaz ya
Badem ağaçlarını severim ben
Azıcık ılımaya görsün hava
Dediği gibi şairin
Pembe ve beyaz kuşanırlar çiçeklerini
Hesapları yoktur ayaza dair
Leylakları severim mesela
Mor mor, eflatun eflatun gülümserler
Evlerin taraçalarından aşağıya doğru
İki sokak önce karşılar sizi endamları
Hoş kokuları...
Sonra akasyaları severim mesela
Kırılmıştır beyaza dair umutları
Biraz yanıktırlar
Ama yine ışıl ışıl
Yine hoşturlar işte
Anlatması güç...
Yağmuru severim
Rüzgarı severim
Dalgalı denizleri
Bulutlu yaz akşamlarını
Ve kar ile merhaba diyen yeni bir kış sabahını
Severim mesela...
Meselalar dolanır dilime
Ki düşkünümdür ana dilime
Ama yine de inadına
Dilime aşık meselaları severim mesela...
Utanmam, yüksünmem, gücenmem hiç
Sevmekle yürek aşınmaz ya...
Ellerini severim senin
Rahim , bereketli ve şeffaf...
Ipılık bir bakıştır senden bana nasip
Bakışını severim dostane, sıcak...
İnadına severim işte
Utanmam, yüksünmem, gücenmem hiç
Sevmekle yürek aşınmaz ya... ?