Yeni yılınız kutlu olsun

Birazdan yeni bir yıla gireceğiz : 2010

Yeni bir yılı yeni bir günden ayıran nedir? Yeni bir sabaha uyanmak daha mı az önemlidir yeni bir yıla girmekten? Uykudan uyanışınız daha mı az kıymetlidir? Yok bu işler bana göre değil...

Kutluyorum, yeni başlayan gününüzü.
Kutluyorum, pencerenizden boy veren güneşi.
Kutluyorum, verdiğiniz nefesin yerine yeniden nefes alışınızı.
Kutluyorum, kalbinizin durup yeniden çalışmasını.
Kutluyorum, ölen hücrelerinizi.
Kutluyorum, doğanlarını.

Yeni gelen yıl ve onu kutlamak daha çok heyecanlandırmıyor beni.

Penceredekine

Bu gün canlarıma 10 dakikamız var haydi yazalım dedim ve hep birlikte yazdık. Blog özgür bir alansa özgürlüğümü ilan ediyor ve yayımlıyorum. Ancak bu deneysel bir çalışmadır lütfen dikkate almayınız ;)



Çıkmaz sokağa bakan bu pencerenin sakini, dünden bu güne sokakta değişen pek bir şey olmayacağını biliyordu. Karşıdaki ahşap evin duvarları rüzgarla uğuldayarak geçmişten ses veriyor, çocuklar sokağın köşesinde soğuğa aldırmaksızın neşeyle oynuyorlardı. Bakkalın haylaz çırağı yine kaçamak yapmış çocuklarını arasına karışmıştı. Alt kattan Neriman hanımın huysuz çığlığı geliyordu. Sütçü Hatice kadın dakika şaşmadan gelmişti bu gün de. Kendi ağırlığındaki bidonu taşırken hiç de zorlanıyormuş gibi görünmüyordu.

Kırlaşmış saçlarını itinayla düzeltti. Masanın üzerinde duran zambak kolonyasından avucuna döküp ellerini yüzünü sıvazladı, biraz ferahlamaya çalışıyordu. “Bir de kalbim sıkışmasa.” diye geçirdi içinden. “Bak kime muhtacım çok şükür. Ama bir de kalbim sıkışmasa…”

Gökyüzüne baktı. Bulutlar griye dönmüş yüzleriyle yakında kapısını çalacak, sokağı yıkayıp, ağaçları yeşilin en canlı tonuna boyayacak yağmuru müjdeliyorlardı. “Bir çay mı koymalı. Yağmura karşı şöyle bir bardak çay keyfi yapmalı.” Kalktı, mutfağa seğirtti. Koridordaki altın varaklı aynaya kaydı bakışları. Şöyle bir baktı, süzdü kendini baştan ayağa. Gözlerine, ellerine, saçlarına, kamburuna….. Yalnızca baktı. Durdu. “Ben” dedi…. “Ben… Benim adım…..” Sendeledi. Tansiyonu düştüğünden değil, korkudandı bu sendeleyiş. Tekrarladı yüksek sesle :

- Benim adım…

Ardını getiremedi cümlenin. Bu yabancı koridor, bu yabancı yüz … Telaşlandı birden, tanımadığı, kokusunu bilmediği bu evden bir an önce çıkmak istiyordu. Kapıya yönelmişken bileğindeki künyeyi fark edince ferahladı. Yeni birisiyle tanışırmış gibi okudu künyeden adını. Dönüp koltuğuna oturdu ve sokağı izlemeye devam etti.

REFİK HALİT KARAY - ESKİCİ
AHMET HAŞİM - NESİRLERİ

Arz-ı Hâl





Cehaletimin şerefine

Kaldırın şehadet parmaklarını

Gözlerinden toprak sızan

Adem'in kızıyım ben!

Avucumda ışıldarken

Anamın yaktığı kına

Penceremde uçuşan

İsimlerin hatrına

Söyleyin

Bildim

Ve unuttum diye mi

Ayıplayacaksınız beni?

Portreler - Nine

Onu her gün bahçesindeki çardağın altında görürdüm. Duvarın dibine yerleştirdiği meyva sandığının üstünde güneşe karşı oturur, yemenisini omuzlarına indirip saç diplerini keyifle kaşırdı. Her daim açık duran kapısını eşiğinde bir kedi penceresinde birkaç kırlangıç görülürdü. Kedisiyle yemeğini kırlangıçlarıyla ekmeğini paylaşan bu kadın, gün batana kadar yoldan gelip geçeni izlerdi.

İş dönüşü onu, çardağın altında kuşlarla sohbet ederken bulurdum. Pencereden süzülen kırmızı bir demet ışık patikaya kadar uzanır, bu tek göz eve gizemli, cazibeli bir hâl kazandırırdı. Yaşlı kadıncağız esmer, suyu çekilmiş yüzünde merhamet ve hüzün hâlelenirken heyecanla seslenirdi :

- Güle Güle!

Uzaktan bir çift tavuk pençesini anımsatan ellerini öyle coşkulu sallardı ki heyecana kapılırdım:
- İyi akşamlar olsun nine.
Ona nine deyişim hoşuna gider, neftî yeşil gözleri kısılırken dudakları aralanır, altın dişleri neşeyle gülümserdi.

Ninenin şen hali, sevecenliği; ferah bahçesi sığınağım oldu bir süre sonra. Pek kimseye itibar etmeyen bu Anadolu kadınının bana gösterdiği yakınlık hoşuma gidiyordu. Fırsat buldukça soluğu ninenin çardağının altında alır oldum. Bana hayırsız oğullarından, huysuz gelininden, Kıbrıs'ta asker olan vefalı torunundan bahsederdi. Yaşadıklarını yıllardır biriktirmiş bu yaşlı koleksiyoncu her sergisinde heyecana kapılır, yaşadıklarını defalarca, ancak her defasında aynı hüzün ve celalle anlatırdı. Ben vaktin nasıl geçtiğini anlamaz nineyle birlikte uzun sohbetler ederken konu komşu bu arkadaşlığı anlamakta zorlanırdı. Ancak onda hepimizin muhtemel geleceğini gördüğümden midir bilmem, bu hasis köy kadınlarının dostluğumuzu yaralamasına izin vermez, dedikodularını kulak ardı ederdim.
Onun bahçesi, çam ağacına yuvalanmış kuşlar, bahçesindeki begonyalar bana özlediğim bir yerleri hatırlatıyor, afili cümleler kurup, nasihatler etmese de bu ufak tefek kadın, hayata dair ince şeyler hissettiriyordu bana.

Bir akşam annemle yemek hazırlarken duydum salâsını. "Kimmiş?" diye sordum umursamayarak.

- Ümmü nine.
- Kim!
- Yahu şu Kadir'lerin yanındaki çardaklı evdeki nine yok mu ?

Ertesi sabah kapısının önünden geçerken çardağın altında bir grup kadının oturduklarını gördüm. Hepsi bir ağızdan konuşuyor, sesleri uğultu halinde yükseliyor, havada eriyip kayboluyordu. Uğultudan kurtulan bir cümle uzandı yola kadar :

- Allah kurtardı, çok çekti kadın.


Ötede bir başkası yanındakinin kulağına eğilmiş bir şeyler fısıldıyordu.

Mızrab

Cehaletimin şerefine
Kaldırın şehadet parmaklarını!





Şehrin küflü dilini kökünden kesen beste

Çalınmayı bekleyen Hüzzam bir şarkıydın sen

Ben pusula ararken nemli koridorlarda


Paslanmış ellerindi yollarımı bileyen


Kehribar bir tesbihin taneleri tarumar


Benim dilimse kerih cümleleri soluyor


Bir ümitle uzansam da duvardaki inciye


Mızrabınla kestiğin parmaklarım acıyor

Sızlanışlar 1

Sızlanışlar 1 deyişim boşuna değil. Bilenler bilirler bu sayfaları iç dökmek için kullandığım olmuştur da, sızlanmak için kullandığım vaki değildir. Sızlanmak istiyorum şimdi müsaadenizle.

Gidenlere açtığım kapıları tutan ellerim şimdilerde pencereleri kapatmaya çabalıyor. Fakat görüyorum ki kapıyı açmak kadar kolay değil pencereyi kapatmak. Gitmenin zor olduğunu söyleyenler ne büyük hata etmişler, şimdilerde anlıyorum. Giden gittiğiyle kalıyor, gittiği yerde mes'ud. Kalansa gidişin ardından çıkan fırtınalardan muzdarip. Uçuşan perdelerden fazlasıdır onun için. Bastıran yağmur, kabaran deniz, sahile vuran kuma karışmış deniz kabuklarından fazlasıdır başına bela. Belâ dedimse yanlış anlaşılmasın, belâ bendenizin dilinin sürçmesidir aslında. Hakikatinde yoktur bilirim, ne belâ, ne şer. Hepsi ateşlerini içimizden tutuşturan birer hayali suret. Hakikate perde nefislerimizi uçurmaktan aciz fırtınalar, hanelerimizin perdeleriyle meşgul.

Derdim ne edebiyat , ne söz hileleri yapmak. Kakafoni olmuş, arabesk ögeler kullanmışım, aliterasyonunu fazla kaçırmışım umrumda değil. İncelikten öleceğim bir gün ölürsem! Suretimle uyum halinde yaşayacağım bundan gayrı! Biline...

Kapatıyorum pencereleri! Yüzünü ona dönen her şeyi turuncu bir ışığa boğan güneşi özleyeceğimi bilsem de , perdeleri örtüyorum.

Melankoliye lüzum yok, hakikat yeter! Susturun geveze saatler gibi tıkırdayan bu faniyi. Kuruluşum kendimden menkul değil! Bu zembereği el birliğiyle burkan sizlerdiniz!

Şimdi, nihavent bir şarkının notalarını kağıda döküyorum, Güftesi tamam lakin bestesi bittiğinde yeniden söyleyeceğim şarkılarımı! Biliyorum...


Şimdilik bunca yeter, bir meczup geldi geçti diyeler!



D.M.A.

Albatros




Albatros oyuna gelme


Ölüme götürecek seni o kırmızı balık!


16 Ekim 1854 - Oscar Wilde doğdu

İyi ki doğdun Oscar! Mutlu yıllar sana !

:)

Her İnsan Öldürür Gene de Sevdiğini


Her insan öldürür gene de sevdigini
Bu böyle bilinsin herkes tarafindan,
Kiminin ters bakişından gelir ölüm,
Kiminin iltifatindan,
Korkagin öpücügünden,
Cesurun kilicindan!

Kimisi askini gençlikte öldürür,
Yasini basini almisken kimi;
Biri sehvet'in elleriyle bogazlar,
Birinin altindir elleri,
Yumusak kalpli biçak kullanir
Çünkü ceset sogur hemen.
Kimi pek az sever, kimi derinden,
Biri müsteridir, digeri satici;
Kimi vardir, gözyaslariyla bitirir isi,
Kiminden ne bir ah, ne bir figan:

Çünkü her insan öldürür sevdigini,
Gene de ölmez insan.


Oscar Wilde

Nisyan
















Son verin artık mühürleri sorguya
Nisyanıma yükleyin tüm cezaları
Şimdi göğü taraklayan parmaklar
Bir parya gecesinden aşina bana
Rüzgarla çoğalan kokusunu tanıyorum da
Düşmüyor dilimin ucundan geceye adı

Bu bir dua olsun, amin deyin a dostlar!

Akşamdı. Karanlığın nüfuz etmediği, kendi rengiyle boyamadığı bir tek dostun ışıldayan gözleri kalmıştı. Uzun ve taşlı bir yoldan yürüdük. Yol denize vardığında çocuklar kadar mutluydum. Heyecanla indim sahile. Kumsalda iri göz alıcı deniz kabuklarının içinden birine elimi attım ki ne göreyim: iki deniz kabuğu yapışmışlar birbirlerine, ayırmak mümkün değil. İkisi farklı türde, renkleri aynı. Tertemiz. Tam dostuma yaraşır, 'al dedim, günün nişanesi olsun...'

Uyandım, şimdi inanıyorum ki, Rabbim güzel kapılar açacak kuluna. Dün defterimi benden uzağa dalgalandıran denizle bugün beni sahiline çağıran aynı deniz. Değil mi ki deniz çağırıyor, gelirim elbet.

Ümitliyim ilahi, gecenin karanlığından parıldayan bir denizin sahiline çıkartmak sana zor değildir. Rahmetine sığındım...

Goethe - Faust

Altı çizilen cümleler


Kimler için yazdığınızı bilirseniz, ne yazacağınızı da bilirsiniz.

...

Bayanlar düğüne hazırlanıyor gibi boyanmış ve süslü elbiselerini giymiş olarak bize koşuyorlar. Onların birer ücretsiz oyuncu olduklarını unutmayın.

...

Müdür : ... Hiçbir masraftan çekinmeyiniz. Gökyüzünün hem büyük hem de küçük ışığını kullanınız. Yıldızları da istediğiniz kadar israf edebilirsiniz. Sudan, ateşten, topraktan, havadan yana sıkıntı çekmezsiniz sanırım. Meleklere, şeytanlara, cinlere rol vermeyi unutmayınız. Hayvanların her türlüsü bulunsun. Bu çeşitlilik içinde, artık insana rol vermeye ne hacet! Haydi göreyim sizi. Cehenneme kadar yolunuz var!
. . .

Allah : Faust'u tanıyor musun?

Mefisto : Şu doktoru mu?

Allah : Benim kulumu!

...

Mefisto : Azarlamak için de olsa Allah'ın beni muhatap alması ne zevk verici bir şey!

...

Faust : Ziyafet sofrasının artıkları ile geçinen adam hiçbir zaman efendi olamaz.Edebiyat bir kaabiliyet işidir, sonradan kazanılamaz. Eğer, ağzınızdan çıkar sözler ruhunuzun derinliklerinden fışkırmıyor ise; dinleyicilerin kalplerine tesir edemezsiniz. Başkalaraından duyduklarını ve kitaplardan okuduklarını tekrarlayan adam maymuna benzer ve ancak çocukları güldürebilir...

...

Faust : Kapı mı vuruluyor ne? Giriniz! Beni düşüncelerimden ayırmak isteyen bu muzip de kim?Mefisto : Benim, ey insanların en bedbahtı!

Faust : Giriniz dedim ya.

Mefisto: Bunu üc defa söylemelisin.

Faust : Bu üçe neden o kadar bağlısın?

Mefisto : Bu meraklı halin çok hoşuma gidiyor. 'Bir'den nefret eder, üçe bayılırım. Üçle insanların gözünü bağlar, kalplerine şüphe tohumları ekerim. Meyvesini de cehennemde toplarım...

...

Valentin : Durun alçaklar! Yine hangi sahipsiz genç kızı tuzağınıza düşürmeye gidiyorsunuz? İkinizi de cehenneme göndermeye yemin ettim!

Mefisto : (Tiz bir kahkaha atar) Ben zaten oradan geliyorum!

...

Margerete : Şu yerin altından çıkan DAbbetül ARz kılıklı adam kimdir? Aman Allah'ım! Onu tanıdım! Senin kötü arkadaşın... Faust! Artık senden de tiksiniyorum! Seni nasıl sevmişim?... Allah'ım! Kendimi senin yüce adaletine teslim ediyorum. Mefisto : Gel! Gel, haydi! Yoksa seni onunla birlikte yüzüstü bırakırım!
Margarete : Alah'ım! Kendimi sana teslim ediyorum. Ey günahsız melekler! Etrafımızı sarınız ve beni şu melun ruha karşı koruyunuz. Sevdiğim adamı da onun şerrinden kurtarınız. Aslında o kötü biri değildi; kötü arkadaşın kurbanı oldu...
Mefisto : O mahkum oldu!
Bir ses : (Yukarıdan) O kurtuldu!

Reklamlar ! A. Ali URAL - TEK KELİMELİK SÖZLÜK çıktı


- Bir sözlüğe ihtiyacım var.

- Kaç kelimelik olsun?

- Tek.


Çocukluğumuza mı ihtiyacımız var? Yıllarımızı onunla geçirmiş olsak da bir sabah oyuncaklarını toplayıp gitmesine ve dönmeyeceğini bildiğimiz halde hayat boyu onu özlemememize göz yummasına mı? Hayır, biz çocukluğumuz olmadan da yaşarız.

Işığa mı ihtiyacımız var? Aydınlığa tutkun ruhumuza karanlığın hiç gelmeyeceğini düşündürecek kadar aldatıcı olmasına mı? Hayır, biz ışıksız da yaşarız.

Bir uçurtmaya mı ihtiyacımız var? Bulutları sobeleyecek kadar yükselsek, cesaretimiz herkesi imrendirse de bizi incecik bir ipin hep bir yere bağladığına ve kurtuluşumuzun olmadığına mı? Hayır, biz uçurtma uçurmadan da yaşarız.

Güzelliğe mi ihtiyacımız var? İlginin geldiği hiçbir adresi sorgulamadan, geçen yıllarla bizden bıkmayıp hep yanımızda kalmasına mı? Hayır, biz güzel olmasak da yaşarız.

Aşka mı ihtiyacımız var? Bizi bir sarkaç gibi mutluluğun ve çaresizliğin arasında götürüp getirmesine ve hiçbir tarafta karar kılmamasına mı? Hayır, biz aşksız da yaşarız.

Hayallere mi ihtiyacımız var? Bize bugün kendi kurduğumuz krallıkların tacını giydirirken, yarın bir efsanevî bir kahramana dönüştürmesine mi? Hayır, biz hayal kurmadan da yaşarız.

Bir kelimeye mi ihtiyacımız var? Bütün sırları kulağımıza fısıldayacak, korkularımızın iskambilden evlerini bir işaretiyle dağıtacak bir kelimeye mi? Hayır, biz o kelime olmadan yaşayamayız. Bizim sadece tek bir kelimeye ihtiyacımız var.


A.Ali Ural “Tek Kelimelik Sözlük”’ünde onlarca kelimenin pencerelerini açarken hep aynı kapının önünde duruyor. “Tek Kelimelik Sözlük” te her kelime bir deneme, her kelime bir şehir, her kelime bir şehrâyin… Bütün kelimelerde tek bir kelimenin kudreti kutlanıyor.

Kalkanlarını kuşanıp meydana dökülen bu cengaverler hangi ordunun askerleri? Nefeslerinin değdiği yerde çiçekler boy veriyor. Yükseldikçe yükseliyor başları. Göğün kapıları açılıyor, açılıyor avuçları.
Dillere izin çıktı göklerden, peki ya şimdi ne söylemeli ?


Bir Sahur ve Hatırlattıkları / Güneşdoğdu


Gecenin nefesine dört elle sarılmış bu sesler tanıdık. Biliyorum, birinin sesi güneşin uykuya daldığı ülkeden geliyor bir başkası her sabah evinden uğurluyor güneşi. O yüzden sözcükleri parıldayarak akıyor ruhuma.

Ben susuyorum. Neden? Çünkü burada gece. Henüz ne güneş pencereme düştü ne horozlar uyandırma telaşındalar günü. Kulağımda o sesler, penceremden dışarı bakıyorum. Uzakta birkaç sokak lambası gözlerini kırpıştırıyor. Uluyan köpeklerin silüetleri geceye karışıyor. Küçük bir esinti, ferah bir koku. Gözkapaklarım ağırlaşıyor. Uyusam? Uyumamalı! Konuşsam? Susmak daha güzel.


Susturun geveze enstrumanlarınızı. Bu notalar benim dilimden değil. Yarım kalsın lüzumu yok anlaşılmayan türkünün. Şimdi kendi şarkımı söylemek istiyorum.

Maestro re minör lütfen...

Hoşgeldin

1. Gün :
Misafirine hazırlıksız yakalanmış ev hanımı telaşındayım.

2. Gün
Bu misafirliğin zahmetli olacağını sanmıştım. Nasıl da yanılmışım. Gözlerini kısarak gülümseyen bu çehre, zahmetten de külfetten de sıkıntıdan da ne kadar uzak. Nasıl da ferah bakıyor. Nasıl aydınlık…

3. Gün
Bugün evimin odalarını gezdirdim misafirime. Kendisine tahsis ettiğim odayı pek beğenmişti. Ancak aynı özeni kendi odam için göstermediğimi görünce üzüntüyle yüzünü buruşturdu. …..

4. Gün
Ey kör nefsim sanır mısın ki aslı toprak olan ateşte yanmaz.

‘Kim Allah Teala yolunda bir gün oruç tutsa, Allah onunla ateş arasına, genişliği sema ile arz arasını tutan bir hendek kılar.
(Tirmizi, Cihâd 3, (1624))’


Peki ya su her vakit inşirah mıdır?

5. Gün
Mahcubum, şimdi sükut en doğrusu.

6. Gün
"Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir; diğeri de Rabbine kavustuğu zamanki sevincidir. Oruçlunun agzından çıkan koku (haluf), Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.''

Beykoz’daki çiçek bahçelerini hatırlıyorum. Lacivertten kırmızıya, sarıdan yeşile envai renk ve çeşitte çiçeklerle donanmış yamaçları ve ta evimize ulaşan çiçek kokularını.
Rabbim, onlardan da mı güzel?

Çürüyen özlerimizin lekesinden nefeslerimizi koruyan Hafîz, oruçlunun ağız kokusunu yarattığın çiçeklerden daha mı güzel buluyorsun?

7. Gün
Kibrinden yerleri süpüren eteklerimizi, elleriyle temizleyecek bir tevazu ile taze bir hurma dalına tutunup geldi. Biz ki benlik aynasının gözleri millenmiş cariyeleriydik. Şifa vaadeden parmaklarıyla gözlerimizi sıvazladı da çiçekli bir mevsimin taze sabahına uyandık.
Geldi ve yeşerdik.
Geldi ve meyveye durduk.
Geldi ve kaybettiğimizi bulduk.

Varlığa mahkum avuçlarımızdan dökülen dualarımıza amin diyen de oydu, imtina iklimlerinde kanat vuran ruhumuzu tebessümle seyreden de.
Eteklerimizi silkeleyip arındırdı, bahar rengi bir ışık iliştirdi bakışlarımıza. Buhurdanlıklarından huzur tüten bir iklimde seyran ettirdi.

Şimdi yedinci günün seherinde damağımda yuvalanan kekre tadı da, bir yılanın zehrini akıtması gibi terkediyorum toprağa. Toprak ki her şeyi bağrında 'bir' ve 'benzer' kılan ana kucağı.

Zemherimden çiçekler devşiriyor.

Yangın Yer Yer Devam Ediyordu

bırak sevgilim yol senden geçsin
önce davranan, sevgilim, bu kez bagışla
kalanları, biz gidenleri kutlamak için
alkış arıyoruz kimin elinde kaldıysa

bırak sevgilim bu yangını sen bağışlama
Bunca iz, işaret bağışladın dünyaya
Dikkat! Çocuklar bıraktın, biz geçtik
biz geçip gitmek için bırakılanlar
kimsem çok, gidenim yok demek içindik
sevinmek içindik; göç gidiyordu işte,
sır kalıyordu, kurtulan kurtulana gibiydik
birbirimize katılıyorduk ama: -yangin bizden
kurtuldu diyenimiz de yoktu, ateşin tersine
dönmesinden korkan en duyarlımız bile:
-yangından ben kurtuldum, ruhum kül oldu
çaprazında tutuşmuştu: -hangi yangını seçsem
iki ateşin arasındayım, ruh ve ten
yangın yer yer devam ediyordu...

bırak sevgilim şimdi yangın şehirdir
sana bıraktığım sessizlikten birkaç kelime
kalmıştır hala yangından konuşmak için,
şimdi erdem herkesle sır olmakta degil,
hangi kışa rastlasan konuk olmakta
kuşlar gördüm ne kuşu ne kış konuğu
kuşlar gördüm bir dalı bir dal için kırıyorlardı
öyle üşüdüm ki kafesimde onlardan çok...

simdi kuş ateşe düşmemiş olmaz
ateş beslemeli ağızında, kanat düşürmeli
yangına, altın tüy dökülmeli, kuş oluşmalı,
bu kuş olabilir misin, sır böyle taşınır
sevgilim, sır arayan sende ateşiyle tanışır


bırak sevgilim yol senden geçsin
kayıkta göl var, kuşta gökyüzü
ama kimse beklemiyor kimseyi
hem gidince ne olacak bir şeyi

vardın, oldun, kayboldun
şimdi ortasındasın
ne kayık göle dahildir artık
ne kuş gökyüzünde seferi
yangının içi şehir
yol senin içindedir

ya yol senden geçmeli, ya yol senden geçmeli
sen dönmelisin geri, sen dönmelisin geri


Haydar Ergülen

Yusuf Nabi - Hayriyye - Ders Notları

Nabi, kaside, gazel, mesnevi, seyahatname, mektup gibi pekçok edebi türde dini, didaktik, romantik eserler vermiş. Yani çok yönlü bir yazar.


Hayatı

Asıl ismi Yusuf. Urfa'da 1642 yılında doğmuş. Urfalı Nabi imzasını da kullanır. Arapça ve Farsça ile beraber anadili Türkçe'yi öğrenir. Yakup Kadiri isimli bir şeyhin talebesi olur. O dönemde bütün edebiyatçılar tasavvuf kültürü alır ve o mektepten yetişirler. Şeyh Galip örneğinde olduğu gibi. Şeyh Galip'in kabri de Galata Mevlevihanesinin bahçesindedir.


Şeyhi onu İstanbul'a gönderir. İstanbul'da vezire bir şiir arzeder.


Ara not :


Kanuni Sultan Süleyman'ın Divan'ı olduğunu biliyor muydun ?

Yavuz Sultan Selim şiir yazmış.

Fatih Sultan Mehmet şiir yazmış...vs.. saray edebiyatla içiçe.


1671 senesindeki Lehistan seferine katılır Yusuf Nabi. (Kahramanlıklar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar bir edebiyatçı tarafından işlenmediği sürece unutulurlar. Edebiyatçılar zamanlarının tanığı olarak, tarihin tanığı olarak her yerde bulunurlar. )


Kameniçe'nin zaptı dolayısıyla yazdığı şiir sultan tarafından beğenilerek şehrin kapısına işlenir. Kameniçe Fetihnamesi dolayısıyla Sultan'ın takdirini kazanır. 1678 yılında (36 yaşında) hac yolculuğuna çıkar. Bunun ayrı bir hikayesi vardır :

Yolculuk esnasında kafile hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber'i ziyaret aşkı onu çok heyecanlandırır, uykuları kaçar. Yolculuk esnasında bir gece paşanın kıbleye ayaklarını uzatarak uyuyakaldığını görünce paşayı uyandıracak şekilde şöyle söyler :

Sakın terki edebden kuyi mahbubi hudadır



Nazargahı ilahidir makamı Mustafa'dır bu



.....

bu beyitleri işiten paşa hemen uyanarak ayaklarını toplar. Bu şiiri ne zaman yazdığını ve daha önce başka bir yerde okuyup okumadığını sorar.

Mescide yaklaşırlar, bir de bakarlar ki müezzinler ezandan önce Nabi'nin paşaya okuduğu beyitleri okuyor. Heyecanla müezzine sorarlar beyitleri nereden öğrendiğini. Nabi'nin ısrar ve ricası üzerine müezzin :

Resuli kibriya efendimiz bu gece tüm müezzinlerin rüyasını şereflendirerek bugün ümmetimden Nabi bugün geliyor haydi kalkın ezandan önce onun benim için yazdığı bu beyitleri okuyun. dedi.Bunu duyan Nabi heyecandan bayılır.

1712 yılında 70 yaşında vefat eder. Üsküdar'da Karacaahmet mezarlığında medfundur.


Nabi alim bir sanatçı. İlme büyük önem vermiştir. Nabi'nin şiirlerine hikemi şiir denilir. Divan edebiyatında öğüt veren öğretici şiir. Yusuf Nabi ; Fuzuli, Baki, Nefi gibi kendinden önce Nedim ile Galip gibi kendinden sonra gelenler arasında büyük bir şair olarak kabul edilir. Eski şiir geleneğini devam ettiren çağdaşlarını şiire yenilik getirmediklerini söyleyerek kınayan Nabi, kendi yetiştiği edebi çevrede aradığını bulamaz ve İran edebiyatından Tebrizli Saib'i örnek almıştır. onun tarzını benimsemiş ve hikemi ve didaktik bir tarz edinmiştir.

Nabi'ni şiirlerinden yaşadığı yy'ın genel görünümünü tespit etmek mümkündür. Şair devrini her yönüyle şiirlerine konu etmiş. Osmanlı imp. nun çökmeye yüz tuttuğu günlerdeki durumunu bütün açıklığıyla şiirlerine konu edinmiş. Bu sebeple şiirleri tarihi belge niteliğindedir.

Dile hakimdir. Tefekküre verdiği önem ortada. Ağdalı terimlerden, tamlamalardan sakınır, çağının olaylarını kolayca eleştirmesi, şiirinin akıcılığı

Yalnızca söz oyunlarından ibaret şiiri içi olmayan bademe benzetir. Nabi şiirde orjinal olmayı şu beytiyle ifade eder :


Taze bir manayı nagüfte zuhur etmeycek



Kıyamam abı ruhun dökmeye Nabi kalemin

Daha önce kimsenin söylemediği bir sözü yakalamadıkça kalemin yüzsuyunu dökmeye kıyamadığını söylüyor.


Söz odur aleme senden kala bir darbı mesel

Asıl hüner (darbı mesel söylemek değil) darbı mesel olacak söz söyleyebilmektir.



HAYRİYYE
Oğluna hitaben yazdığı manzum eseri, insanları hakka çağıran bir öğüt kitabıdır.


Secde için alnını yere koy da yeryüzünde gerçek saltanat neymiş bir gör diyen şair, insan olmakla namaz kılmak arasında bir ilişki kurmuş, elif, dal, mim harfleriyle kıyam,rüku, secde arasında ilinti kurarak 'adem' ile ilişkilendirmiştir. (cümle düşük oldu ama hızlı yazıyorum dönüp düzeltirim :)

Eser Nabi'nin uzun yıllar boyunca hayattan edindiği tecrübelerin güzel bir meyvesi. Sosyal ve didaktik karakterliliği, din duygusuna ve vecibelerin yerine getirilmesine gösterdiği önem dolayısıyla klasik edebiyatın önemli eserleri arasında yeralır.

Hayriye gönle hitabdan ziyade akla hitabeder. Hayriye hamd ve sena, salat ve selam ile başlar. Nasihatnamenin yazım nedeniyle devam eder sonrasında İslamın şartlarını nazım diliyle anlatır. Sonrasında çeşitli ilimler bahsi gelir. ....

Şimdilik bu kadar.

Arkası yarın :)

1984 Notları


1949 yılında kaleme aldığı 1984'te yazar, herşeyin devlet (iktidar) yönetiminde olduğu; insani duygulardan, kültürden, dinden, aidiyet duygusundan, tarihten, bilinçten (bellek'ten) mahrum bir toplumu anlatıyor bize. Aslına bakarsanız 1984 korkunç bir kitap.


Hayatın tüm safhalarına müdahale eden partililer, iktidarlarını daim kılabilmek için başlı başına bir teşkilatlanma halindedir. Büyük Birader'in öngörülerin gerçekleşmemesi halinde sorun temelinden çözülür: gerçek yeniden yazılır! Yazar bir yerde gerçeklikle ilgili öyle bir çelişkiye düşürür ki kahramanını, Winston şöyle diyecektir : Özgürlük iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir. Eğer buna izin verirlirse gerisi kendiliğinden gelir."

Dünya kutuplar bölünmüştür. Aynı şeyi söyledikleri halde birbiriyle savaş halindedirler. Çünkü iktidar varlığını savaşa borçludur. 1984'te anlatılan devlet kin ve nefretten beslenmekte ve tabilerini korkuyla sindirmektedir.

Düşünmek bir suçtur ve bu suçun kökünü kazımak amacıyla bir dil oluşturulmuştur: Yenikonuş. "Dünyada her yıl sözcük hazinesi daralan tek dil' olan Yenikonuş ile yegane amaç, düşüncenin sınırlarını daraltmaktır. İnsan diliyle düşünür. 'Dili kuşa çeviren' partililer bu sayede düşünceyi de sınırlandırmaktadırlar. Roman kahramanlarından Syme şöyle söyler : "Sonunda düşünce suçunu olanaksızlaştıracağız, çünkü en sonunda onu anlatacak sözcükler kalmayacak."

Yalnızca dil değil tarih de yok edilmektedir. Devlet aleyhine oldukları tespit edilenler, iktidarı tehdit edenler çok değil bir gecede 'buharlaştırılmaktadır." Onların gidişiyle birlikte yaşadıklarına dair tüm kayıt ve deliller ortadan kaldırılır. Syme ortadan kaybolduğunda Winston santranç kulübü listesinde adının da eksik olduğunu görünce gerçeği anlar ve şöyle düşünür : "Syme artık yoktu ve hiçbir zaman da var olmamıştı."



Her ne kadar bilimkurgu denilse de yazar, apaçık modern çağı ve devlet yapılanmasını yermektedir. 'Çağdaş hayatın en önemli özelliği, acımasızlığı ya da güvensizliği değil, çıplaklığı, ruhsuzluğu ve bayağılığıydı." diye haykırır. Buna karşılık hayata tutunmak için bazen bir kadın, bazen bir mercan kağıt tutacağı bazen de kısacık bir tekerleme yetecektir. Kitaptaki en dramatik ögelerden biri kahramanın eksik öğrendiği bir tekerlemeyle hayata tutunması ve sonrasında tamamını öğrenmesidir.

Teleekranlar, yeniden yazılan gerçek olmayan bir tarih, savaşla daim kılınan bir iktidar, dili kuşa çevirmek için özellikle yapılan çalışmalar, manipüle edilen bir toplum, güftekar adı verilen makinalarca yapılan şarkılar, iktidarı zaafa uğratmak için teröre başvuran 'kardeşlik örgütü'... Tüm bunların arasında kendine yer bulan insani bir duygu : aşk.





Kitabın kurgusu çok etkileyiciydi. Orwell 1984'te bir dünya kurmuş ve gerçek kılmış. Kitapta kısa cümlelerle çok etkili tasvirler yapılmış. Bir kitap boyunca gerilimin böylesine korunması ve tansiyonun muhafaza edilmiş olması da hayranlık uyandırıcı.

Bayan Parson'u anlatırken şu cümleyi kullanıyor : "Yüz çizgilerinin arası toz doluydu sanki."

Başka bir yerde : "Ekrandaki kadın yeni bir şarkıya başlamıştı; sesi kırık cam parçaları gibi dolmaktaydı beynine."

Dükkan sahibini anlatırken : "Zayıf, iki büklüm, altmış yaşlarında bir adamdı, burnu uzun, gözleri kalın gözlügünün arkasında küçücük, saçı bembeyaz, buna karşılık kaşları gür ve siyahtı. Gözlüğü, yumuşak, aceleci davranışları ve sırtındaki eski siyah kadife ceket kendisine bir edebiyatçı, bir müzisyenmiş gibi belirsiz bir entelektüel hava veriyordu. Sesi kısılmış gibi yumuşacıktı, dili, proleterlerin çoğunluğuna oranla daha az bozuktu." Sanırım kitaptaki en uzun tasvir bu. :)

Okumayı düşünenler için son söz: 1984 kurgusu diyebileceğimiz kitapta 2009'a uzanan gerçeklikler bulmanız hiç de zor olmayacak.

Beyni kanayan yazar

Beyni terlemekle kalmayıp hatta kanayan insana “yazar” derler...
Yüreği üşüyen insana “yazar” derler...
Ruhu bedenine isyanla çelikleşip cehennem azabında demlenen insana “yazar” derler...
“Yaşama” ile “yazma” arasındaki dengeyi tutturamayan insana “yazar” derler.
Gerçek anlamda “yazar”, beynini yüreğinde damıtıp satırlara akıtan insandır...
Bu işlem son derece zorlayıcı ve yorucu olduğu için, bazen yüreği tıkanır yazarın, bazen de beyni yanar!
Bir gün yüreği tıkandığında, yahut beyni yandığında sıradanlar bunu sıradan bir “damar tıkanması” ya da “beyin kanaması” zannederken, yazarlar bilirler ki, aşırı zorlamaktan dolayı kalbini yarmış, beynini tüketmiştir.
Yazar zaten ebedi yorgun kişidir.
Bu halini “yazar” olmayanların anlaması zordur.
Anlamazlar tarafından her gün acımasızca idam edilen fikirlerinin yerine, durup dinlenmeden ve her şeyi göze alarak yenilerini üreten adam olmak, çözümlenmesi kolay olmayan giriftlikte bir insan portresi çıkarır ortaya.
Çözdüğünüzü zannettiğiniz yerde yeniden karışır...
Anladığınızı düşünürken, hiçbir zaman anlayamayacağınızı fark edersiniz.Kendiniz de tükenir, yazarı da tüketirsiniz.
Belki bu yüzden fazla dostları olmaz yazarların.
İkili dostluklar emek istediği, yazar da tüm emeğini fikir üretmeye tahsis ettiği için, diğer insanlarla fazla yakınlık kuramazlar.
Gerçek anlamda ya bir dostları vardır, ya iki...
Hatta hiç dostları yoktur.
Çünkü yazmak kaçmaktır bir bakıma!..
En başta kendi kendisinden, sonra da herkesten kaçmak...
Çoğu kez kaçmaktan yaşamaya fırsat kalmaz.
Böyleyken, yazarın “mutlu” olduğu iddiası, büyük bir yalandan ibarettir!Zaten yazar mutluluk arayan biri değildir.
Kaldı ki, başkalarını mutlu eden şeyler onu asla mutlu etmez!Sıradan mutluluklar yazmanın baş düşmanıdır! Mutlu olan yazmaz, keyifle mutluluğunu yaşar.
Yazı mutsuzluğun çocuğudur!
Hırçınlıkları, çekilmezlikleri, savruklukları, olumsuzlukları hep mutsuzluklarına bağlıdır.
“Evlilikte Mutluluk” konulu kitaplar yazan Amerikalı yazarın eşinden boşandığını duyduğumda hiç hayret etmediğimi hatırlıyorum.
Herkes bu durumu yadırgarken, bendeniz gayet doğal karşılamıştım.
Biliyordum ki, mutluluğu yakalasaydı yaşardı, yazmazdı.
Yazdığına göre mutsuzdu!•“Yazar” olmak anormal olmaktır!
Normal insanların gözle görülen, elle tutulan, insana para kazandıran mesleklerden birini tercih ettiği bir dünyada, birkaç kişinin yazmayı tercih etmesi, tam anlamıyla “anormal” bir durum olsa gerektir.
Yazar bu yüzden uyumsuzdur, aşırı titizdir, aşırı hassastır...
Yerine göre dengesiz, biraz umursamaz, alabildiğine zamansız ve sonsuz uyumsuzdur!
Nefretten beslenip, aşırı sevgi ile tükeniveren sonsuz bir delidir.
Çok sevilmek yazarı öldürür!•


İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Kültür AŞ’nin Hekimoğlu İsmail’e ilişkin olarak düzenlediği gecede böyle bir “yazar” portresiyle karşılaşamadım.Konuşmacıların anlattığı adam, dünyevi tüm gailelerden soyutlanıp “velayet makamı”na ulaşmış bir “derviş”ti!Her yazar bir parça “derviş” olur, ancak salt bu tür anlatımlara hapsedilen yazar, anlaşılamamış, okunamamış, kavranmamış demektir.Düzmece ve zorlama tanımlamalar yazarın kendi gerçeğiyle zıtlaştı durdu. Yerleşik “yazarlık” anlayışıyla birlikte alışılagelinen “dindarlık” anlayışını da yerip bunların üzerine yeni kavramlar inşa eden Hekimoğlu İsmail basit övgü cümleciklerine kurban edildi.Sonunda ortaya, “yazmak” dışında her şeyi yapan, yaptığı her işi zirveye taşıyan bir adam portresi çıktı...Halbuki, sadece dört yılımızı aynı daracık odaya ektiğimiz için değil, aynı dertleri paylaşan ve aynı endişelerle hem yüreği, hem de beyni tutuşan iki yazar olduğumuz için, iyi tanıdığımı zannettiğim Hekimoğlu İsmail’in anlatanlar tarafından anlaşılmadığını söyleyebilecek durumdayım.

Zira anlatıldığı gibi biri olmak sıradanlaşmaktı.Hele de bazıları derin hüsranla sonuçlanmış ekonomik denemeleriyle onu tanımlamak, ona yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Bendeniz, “Hekimoğlu İsmail, ekonomik denemelerle kaybettiği vakti keşke yazarak değerlendirseydi” diyenlerdenim.


9 Haziran günü “Hekimoğlu İsmail’e vefa” göstererek Ali Emiri Kütüphanesi’ne gelen kalabalık, fikrinin dikenleriyle beynini kanatmış bir “çile adamı” portresiyle karşılaşmayı beklerken, kah bir “ekonomi deha”sıyla, kah bir “derviş”le karşılaşıp şaşırdılar...

Birçoğu bu şaşkınlığını bana ifade ettiği için biliyorum.


Yavuz BAHADIROĞLU'nun köşe yazılarından

Yazamamaya dair

Günlerdir bilgisayarımdaki şu ketum ve hırçın sayfayla sinir harbi yaşıyorum. Yazmaya niyetlenip her bismillah deyişimde kaşlarını devirip öyle bir bakıyor ki yüzüme ne elim varıp iki satır yazabiliyorum ne dilim dönüyor da kendimi müdafaa edebiliyorum. Cesaretimi toplayıp iki kelime yazıverecek olsam muhalefet edip rengarenk boyuyor kelimelerimi, altlarını çiziyor, beğenmediklerini değiştirmek için satır satır alternatifler sıralıyor.

Kelimeler mi? Hele o hayırsızları hiç sormayın. Müziğin ritmine bırakmışlar kendilerini. Kimi vecde gelmiş bir derviş gibi mütevekkil avuçlarını açmış sema dönüyor kimi arsız bir rakkase gibi işveli, eteklerini savurarak dansediyor. Hızlanıyor darbukaya vuran parmaklar, etekler uçuşuyor, kanunun telleri Saba’dan dem vuruyor, kelimeler duruluyorlar.

Oysa edeple anlam tahtlarına oturan, ahenkleriyle gönle ferahlık veren, zihnin kapılarını kudretle omuzlayan kelimeleri ne çok severim. Arıyorum, nerede benim doğru kelimelerim? İçimde onca anlam koşuşturup duruyorken onları sırtlanıp meydana dökülecek cengaverler nerede?

Pes edecek değilim, nasibime düşecek kelimeyi bekliyorum. Yarım doktor candan eder diyorlar ya yarım kalmış bir cümle?

Yaz diyor okuduğum bir yazar, yazmadan bilemezsin. Bilmek için yazmaya ihtiyacım var.

Yazgısına 'aşk' düşen kadınlar ve Anna Karenina

Yüzünü seçemedim diğerlerinden

Yalnız tanıdık bir sesti

Işıklı bir silüet

Yürüdü geçti önümden

Ardına düşmek mi

Yapamadım

Yangın Merdiveni - A.Ali Ural

Kitabın Yazarına :
Bereket kapımı hep dar vakitlerde çalmıştır. Dar bir vakitte oturdum klavyenin başına, ümitliyim. Yangın Merdiveni’ni ilk okuduğumda pek çok cümle zihnimde yer edinmişti kendine. Her öykü hayatlarımızdan ayrı bir fotograf karesiydi. Örneğin yasal olmayan tren yolcusu, işte o benim! Zamanın başka hiçbir anında ulaşamayacağı duraktan mahrum kalmamak isterken ara durakta trenden atılan yolcu. Bir başka öykünüzde radyodan yola çıkıp labirentlerde ilerleyen notlar bütün kapıları kırıp bütün pencereleri söküyorken ben melodinin notalarını kağıda dökme çabasındaydım. O kadar gerçekti ki!

Daha dün bileğimdeki ağrının, burnuma çalınan kan kokusunun sebebini ararken, sayfanın kenarına düştüğüm notu okuyunca uyandım: “Bizi kendi gerçekliğimizle yüzleştirenlerden korkar mıyız?” Aynada gördüklerim ürkütmedi ancak itiraf etmeliyim hiç bu açıdan bakmamıştım kendime.

Markette alışveriş yaparken tedirginim artık. Kasiyerin bir anlık gafletimden yararlanıp parmağımı okuyucuya tutmasından korkuyorum. Asıl korkum kasanın siyah ekranına düşecek bedelimi görmek…

Yangın Merdiveni’ni ilk kez uzun bir gece yolculuğunda okumuştum. Sarsmıştı cümleleriniz, özellikle biri : “Başını daha koltuğa yaslar yaslamaz uyuyan bir yolcu, talihsiz bir yolcudur.”

Gözlerimizi dört açtık hocam, yangınımızdan arta kalanlara korkmadan bakabilmek için…

Bostan ve Gülistan’a Dair



Şeyh Sadi, Şam ve Rum illerinin gülşeninden çiçekler, bostanından kıymetli meyveler devşirip gelmiş Şiraz’a. Kendisinin ifadesiyle memleketine Mısır şekerinden tatlı bir armağanla dönmüş. Sofrasına oturmamak, bu hediyelerden nasiplenmemek olmazdı.

Şeyh Sadi-i Şirazi 13yy.’dan günümüze ulaşan sesiyle bizleri mana iklimlerinde seyran ettirdi. Masal değildi anlattıkları. Masalın misal kökünden geldiğini öğrenmiş olan bizler, gördük ki o zamandan bu zamana insan hallerinde, iktidar zafiyetlerinde değişen çok da fazla bir şey yok. İnsan aynı hastalıklara mübtela, toplum aynı dertlerden muzdarip.

Her ne kadar kalem sahibi ‘Her bakımdan kusursuz ve olgun bir eser yazmak güçtür…..Eserim hurmaya benzer, dışı tatlı bir kabukla çevrili, içi sadece çekirdektir.’dese de okuyucu, o çekirdeğin koca bir hurma ağacına gebe olduğunu bilir.

Dili yer yer törpülenmiş ancak genel itibariyle kelimeleri keskin Şirazlı Sadi’nin. Okuyanı sarsıyor, hırpalıyor. Hesaplarınızı, düşüncelerinizi alt üst ediyor. Sonra mihenk taşını çalıyor kalbinize, halinizi ayan beyan ortaya döküyor. Şirazlı Sadi için yazmak, bulanık ve belki şaşı bakışlarımızı tedaviye yönelik bir iş. ‘Anlam düşkünlerinin ve sırlara aşina olanların kelimeleri’ ile tıklatıyor gönül saraylarımızın kapılarını.

Kapılar ardına kadar açık efendim, lütuf buyurmaz mısınız?

Bir Bahar Denemesi – Portakal Çiçeği Üstüne


Nihayet vardığımız bu şehirde bizi ilk karşılayan saçlarımızı okşayan, yanaklarımıza şefkatli öpücüler konduran, kederli gönüllerimizi şenlendiren, ılık, tatlı, çiçek ve deniz yüklü bir rüzgardı.

Ağzıma dolan, genzimi hoş bir rayiha ile dolduran kokusunu ilk duyduğumda başım dönmüş, içim aydınlanmış, çocuk sevinciyle kıpırdamıştı kalbim. Bana öyle geliyordu ki, bu rüzgar üstümüze sinen tüm acıları, yüz kıvrımlarımıza yerleşmiş keder kırıntılarını, gözlerimizdeki puslu perdeyi çekip alıyor, bizleri yeni, güneşli, mavi bir gün umuduna uyandırıyordu. Rüzgarın yelelerine tutunmuş yol alan portakal çiçeği kokusu içime doluyor, azalarıma siniyor, şekerlenip tortulaşarak kalbimin bir köşesine kuruluyordu. Bu kokuyla uyumak, yeni güne bu kokuyla günaydın demek hayali tebessüme vesile oluyordu.
Devam edecek...

William Shakespeare'den

Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin. Şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz. Bütün mesele hazır olmakta. Madem hiçbir insan bırakıp gideceği şeyin gerçekten sahibi olmamış, erken bırakmış ne çıkar, ne olacaksa olsun!
Hamlet'den



Var olmak mı, yoksa olmama mı, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter! demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
Çünkü, o ölüm uykularından,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururun çiğnenmesine...

Geleceği gösteriyor muydu bu dizi ?

- Geleceği gösteriyor muydu bu dizi?

Bir anlık sessizlik. Üstümdeki şaşkınlığı silkeleyip cevap veriyorum :
- Evet gelecek bölümün fragmanını gösteriyorlar.

İçimden kahverengi bir cümle geçiyor:
Geleceği görmeye cesaretin var mı? Peki ya geçmişinle yüzleşmeye?

Dizide bir replik :

- Bak ablacım bu kelebeğin bir kanadı annen, bir kanadı da baban. Ne zaman onları özlersen bu kelebek rozetini al eline.
...

Yan koltukta oturan ev arkadaşım hemen açıklama getiriyor cümleye :

- Burada somutlaştırma yapmış. O kelebek var ya onun ölmüş anne ve babasıyla özdeşleşmiş oluyor.

Elim kolumdaki saate gidiyor. Biraz geniş geliyor bileğime kordonu hem de yıpranmış. Her gün, vakti tazelemem gerekiyor. Ya okula geç kalıyorum ya geç uyanıyorum onun yüzünden. Fakat o saatte pek geç tanıdığım dedemin anıları var. Ondan bana kalan en değerli yadigar bu kolumdaki saat.

Dizi izliyor ev ahalisi. Her yüzde ayrı bir hüzün ayrı bir keder şekilleniyor. Onlar rol yapıyorlar demek geliyor içimden. Hakikat burada kendi hayatlarınızda, kendi dünyalarınızda. Dertlenmek için sahte hüzünlere ne hacet. Hakikatiyle dünya karşınızda arkadaşlar. Sahne bu tarafında renkli camın demek istiyorum da cümleler boğazıma diziliyor.


Her çift göz, kulak müteyakkız. Ağızlar anı kolluyorlar vurucu cümleler kurmak için. Zihinler aşkla nakşediyor her kareyi hafızaya. İştahla izliyorlar camın ötesindeki hayatın acılarını.

- Gelecek kaygısı bu.

İrkiliyorum. Yan koltukta oturan ev arkadaşım heyecanla bana bakıyor. Hedefi on ikiden vurmuş bir avcı gibi mağrur.

Dizi sürüyor. İz sürüyor ev ahalisi. Acı akıyor kumandadan, ekrandan keder damlıyor. Salon yapış yapış oluyor gözyaşından.

Ben Ölecek Adam Değilim









Ben ölecek adam değilim
Kapımı çalıp durma ölüm,

Açmam;Ben ölecek adam değilim.
Alıştım bir kere gökyüzüne;

Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.

Sıkılırım,

Kuşlar cıvıldamasa dallarında,

Yemişlerine doymadığım ağaçların,

Yağmur mu yağıyor,

Güneş mi var,

Farketmeliyim

Baktığım pencereden.

Deniz görünmeli çıksam balkona.

Tamamlamalı manzarayı

Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.

Ekmekten olamam doğrusu,

Nimet bildiğim;

Sudan geçemem,

Tuzludur teneffüs ettiğim hava.

Ya nasıl dururum olduğum yerde,

Öyle upuzun yatmış,

İki elim yanıma getirilmiş,

Hareketsiz,

Sükûta râmolmuş;

Sanki devrilmiş bir heykel?
Ellerim ne der sonra bana?

Soğumuş kalbime ne cevap veririm?

Utanmaz mıyım ayaklarımdan?
Kalkmalıyım,

Dolaşmalıyım,

Sokaklarda, parklarda.

El sallamalıyım

Giden trenlere,

Kalkan vapurlara.

Bilmeliyim,

Gölgelerin boyundan,

Saatin kaç olduğunu…

Islık çalmalıyım.

Türkü söylemeliyim

Yol boyunca,

Keyfimden ya hüznümden.

Geçmiş günleri hatırlamalıyım,

Dalıp dalıp akarsuya,

Hayaller kurmalıyım,

Güzel geleceğe dair.

Yanımdan geçenler olmalı,

Selâm almalıyım;

Robenson’u düşünmeliyim,

Garipliğini

Şükretmeliyim

İnsanlar arasında olduğuma.

Nedir ki eninde sonunda ölüm?

Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?
Kapımı çalıp durma ölüm,

Açmam;Ben ölecek adam değilim.



Cahit Sıtkı TARANCI

Ağaç

Tırnaklarını geçirmiş mavi tenine göğün

Gül yanığı göğsünden


Süt sağmak değil niyeti


Kan damlalarından anlıyorum






Öfkeyle sallıyor kılıcını güneşe doğru.


Ağzıma rüzgarı değmeyecek küfürler


Kuruyası dudaklarında.


Bu bir meydan okuyuş



Biliyorum.

Guaj boyalarınızı dökün ortaya.
Çocuk gülümseyişlerinizi saklamayın, tebessüme ihtiyacım var.

HÜVEL BAKİ

Aşağıdaki manzum, dedem M. Muzaffer ÖZKAN'ın vefatı akabinde büyük amcam, "amca-dede"m Muammer ÖZKAN tarafından kaleme alınmıştır.
Dualarınızda rahmetli dedemi de anmanız temennisiyle ekliyorum bloğa.

Asude bir bahardır ölüm, her inanmışa,
Yeniden dirilişe, Yaradan’a varışa…

“Muharrem ayıdır bu gün, Seyyit Hüseyin için cihan ağlar”
Bu matemde bir de Ağabeyi Muzaffer için Muammer Özkan ağlar!

Gelişim hiç hoş değil: elim, ağzım tutulmuş.
Sözüm , dilim sürçse de anlayın beni dostlar!

Ağabeyim, büyüğüm iki kardeştik zaten
Canım arkadaşımdı, bilirler tanıyanlar…

“Hocalar” adımızdı, “Büyük” ve “Küçük Hoca”
Ustamdı, bacanaktık, benzerdik ikiz kadar.

Edirne’de öğretmen, onbeş sene beraber
Ve sonra da iş kurup çalıştık uzun yıllar.

Babamın vaziyeti düstur olmuştu bize:
“Ben göremezsem sizi, dostlar görsün beraber.”

Sakin yaradılışı, çok iyi tabiatı
Vermişti Rahman ona sevecendi, vefakar…

Teker teker tavsife kelam, dilim yetmiyor,
Dostların en alası, bulunmaz onun kadar

Bilirsiniz çoğunuz her toplantıda vardık
Sonraları engeldi yaşlılık, hastalıklar

Hey benim Koca Ağam, hanımına mı uydun?
Ayrıldın dostlarından. Karar, ilahi karar…


Ardarda üç damarda tıkanıklık beyinde,
Ölümün bahanesi, ilavesi, acılar…

Nasıl desem acizim halimi ifadeye,
Şu an sanki yıkıldı sanki arkamda koca dağlar

Kaç kitaplık bir ömrü, ben nasıl sığdırırım
Beş on satır içine? İfadem yok o kadar”

Hamlar dalda kalırmış, İlahi tercih böyle.
Olgunları düşürür mevsiminde rüzgarlar.

Giden dostlarım gibi Ağam da gidiverdi
Gidene duacıyız biz, geride kalanlar

“Kalu inna lillahi ve inna ileyhi raciun”
Rabbim kalbul buyursun. Size bütün dualar

Gönüllerde yer tutup Rabbine kavuşanlar,
Ne mutlu hatırada ebedi yaşayanlar”

Hacım, emrine uyup kavuştu Mevla’sına
Ecir, sabır dilerim kalanlara, dostuna…

“Küllü nefsin zaikatül mevt sümme ileyna türceun
Rahmetullahi aleyh ve aleyhim ecmain…”

Rabbim, iki cihanda cümlemize ol muin
Rahmetini bahşeyle, “Ente hayrül Rahimin”

Hoşnuttuk Ağam senden, Rabbim de hoşnut olsun
Kutlu olsun vuslatın, mekanın cennet olsun.

“Küllü men aleyha fan” Allah emri dünyada
Ecelden kaçılamaz kim, Muammer olsa da…

Muammer ÖZKAN
7 Şubat 2008 / Edirne

Kök





"Neyin var?" diye sordu çocuk.





Gözlerini ufka kilitlemiş beriki sustu.





"Neyin var?" diye sordu yeniden, ısrarlıydı.





Beriki "Köklerim..."dedi.





Sustu yeniden. Gözlerini tepelerinde ışıl ışıl yanan güneşe çevirdi.

Uzun bir koridordan yürüdüğümü hatırlıyorum. Loş, nemli ve insanı endişe duygusuna sevkeden uzun bir koridordu. Biraz ileride gördüğüm asansör, binanın mütevazı bir apartman olduğu kanaatini uyandırıyordu bende. Bu bina neredeydi? Kime gidiyordum? Bu yer yer yıkılmaya yüz tutmuş duvarlar, bu toprak yığınlarıyla dolmuş koridor, bu bakımsız asansör… Bu yolun sonu nereye varıyor bilmiyordum.

Bu harabeye dönmüş binanın asansörüne güvenmeyerek merdivenlere yöneldim. Merdiven boşluğu yukarıya uzayıp giden bir kuyu gibi zifiri karanlıktı. Ancak çocukluğumdan beri korktuğum karanlık, burada müşfik bir anne kucağı oluyor, dört koldan sarmalıyor, bağrına basıyordu beni. Bir ses beni çağırıyordu... El yordamıyla çıktım merdivenleri, soğuk duvarlardan parola sorarak, adımlarımı sayarak çıktım. Ölgün bir ışık demeti selamladı önce, sonra küçük bir dönemeç ve ranzalar...

Önce ranzaları gördüm. Gri, yer yer paslanmış sıra sıra ranzalar. Beyaz önlüklü doktorlar yüzlerinde soğuk bir endişeyle koşuşturup duruyorlardı. Tüm duygulardan arınmış yüzler, ızdırapla kıvrımlanmış alınlar, kasılıp kalmış vücutlar, kopmuş kol ve bacaklar, açık yaralar… Hepsi dünyama öyle yabancıydılar ki. Parmağımı kessem yarama bakamam oysa sıralanmış ranzalar boyu bir gelincik tarlası gibi uzayıp giden insanlara, yaralarına, acı okunan yüzlerine korkmadan, ürkmeden, çekinmeden, tarifi güç bir merhametle bakıyordum.

Burası bir hastane olamayacak kadar karmaşık ve kirliydi. Toza bulanmış pencerelerden süzülen güneş, soluk ve güçsüz huzmeler halinde keder okunan çizgilerden, iniltilerden yol bularak ilerliyordu. Yaraları aydınlatıyorken rengi kırmızıya dönüyor, yüzlere vurduğunda soluk bir sarı oluyordu. Işık hiç görmediğim bir tarzda renk renk uzuyor, kısalıyor, zaman zaman titrek, zaman zaman kuvvetli tayflar halinde oda boyunca yankılanıyordu.

Bu ışık oyunları gerçek olamayacak kadar efsunluydu. Bu yaralar, bu yer yer sarıya, yer yer kırmızıya çalan renkler, bu et ve ızdırap kokan tozlu oda, gerçek olamayacak kadar büyülü, ürkütücü ve korkunçtu. Ranzalardan birinin kenarına ilişip, avuçlasam ellerini bir yaralının, birinin yüzünü bulandığı toz ve topraktan arındırsam, birine bir yudum su içirsem rahatlayacak, bu dehşetten, bu kasvetten kurtulacaktım.


Odanın sarıya çalan bir yerinde kahverengi bir çift göz mıhlandı bakışlarıma. Henüz okula başlayacak çağa varmamış küçücük bir erkek çocuğu. Alnı dehşet ve korkuyla gerilmişti. Yağmur damlaları gibi berrak ve titrek bakışlarını çivilemişti yüzüme. Sustu, sustum. Ağladı, ağladım.

Uyandım.

Söylenerek çıktım yataktan, gün ışıyalı çok olmuştu. “Hep bu son okuduğum kitap yüzünden. O yazarı hiç okumamalıydım, gerçekle hayal iyice birbirine girdi.” Çantamı toparlayıp çıktım evden. Birkaç günlük yağmura aldanıp yeşeren toprağı ezerek, koşar adım vardım işyerine. Kışın ortasındaydık fakat güneş neşeyle parıldıyordu. Deniz, çok öteden bakan beni bile bambaşka bir dünyaya sürükleyecek kadar göz alıcıydı.

Günün ortalarına doğru bir dost telefonuyla soluklandım. Ne zamandır görüşmemiştik ama daha iki gün önce rüyamda görmüştüm Bengisu’yu.

- Seni rüyamda gördüm dostum. Merak ettim, nasılsın?
- Şaka mı yapıyorsun sen?
- Hayrola mübarek, ne şakası? Hakikaten…

Anlattı rüyayı, ben de rüyamı anlattım hatırladığım kadarıyla. Neredeyse aynıydı. İkimizin de aynı rüyayı görmüş olma ihtimaline inanmakta zorlanıyordum. Geçiştirmek için işi şakaya vurdum.

- Araya yollar girse de biz rüyalarda buluşuyoruz sanırım. Görüşmek üzere…

Kapattım telefonu. Nasıl da yorgundum. Uyumaya ne çok ihtiyacım vardı. Masanın üzerine birikmiş dosyaları istifleyip rafa kaldırdım. Birkaç dakika kestirmek bile kârdı. Koltuğa güzelce yerleşip, yumdum gözlerimi. Bir çift kahverengi göz, bir çift yağmur damlası, bir çift çocuk bakışı ışıldadı.