Susuşuma Şerh :

Kuşların nağmeli cıvıltılarını araba lastiği gıcırtılarından ayırdedemeyen kulak sahipleri için hayat, kazananı baştan belli bir savaştan ibarettir.

Ve zannımca söyleyecek sözü olmayanların kaleme davranması kıyamet alameti nev'indendir.

Bilgilerinize...

ACI

“Şuradan bir iğne alıp batırsam parmağıma? Aklıma gelmedi, keşke yemekte bir çizik atıverseydim avuç içime. Saçlarımı çeksem, çimdiklesem kollarımdan kuvvetim yettiğince? Belki bugün yolda bir taşa takılıp düşmeliyim. Belki deniz kenarında ayazda kalmalıyım. Kuruluktan başparmağım yarılmış etim görünüyor pembe pembe. Ne yazık, acımıyor. Birkaç damla… Lütfen Allah’ım, ağlamalıyım. Birkaç damla gözyaşı lütfet… Yok böyle olmayacak, uyumalı biraz. Belki uyuyunca kurtulurum bu kabustan.”

Odanın içinde dolanıp duruyordu. Yönünü şaşırmış, iradesini kaybetmiş, soluk almıyor gibiydi. Yüzünde kırmızıdan mora çalan renkler yankılanıyordu. Perdeyi aralayıp geceyle birlikte uzayan yola baktı. İki kıyısında ışıl ışıl akan lambaları seyretti bir süre. "Yola mı çıkmalı acaba. Belki dedeme gitmeliyim birkaç günlüğüne." Tüm bedeni bir üzüntü dalgasıyla sarsıldı. Sahi ya dedi gülümseyerek, “dedem … nasıl unuturum, öldü ya.” Bir iki satır düştü fikrine Yahya Kemal’den. Geceye doğru birkaç satır okudu ve hışımla çekti yıpranmış güneşliği. Perdeyi parçalamak, pencere camına macera filmlerindeki gibi bir yumruk indirmek istiyordu. Bundan bir yazı çıkar, hatta şöyle başlamalı :

Hedefini ıskalamış bir mermi gibi vızıldıyor içimde öfke.

"Şimdi dedeme gitseydim, bir kahve içiminde anlatsaydım ne varsa. O yine gülümseyip - a benim güzel kızım, bunları dert etmeye değer mi? Allah büyüktür, O’na olan itimadını asla yitirme. Hangi kötünün, kötülüğü yanına kar kalabilir. Bu da geçer ya hu…” dese şakaklarımdan öpseydi. Gülümseseydim…"

Vücudunda tüm kılcallarını çeken, uzatan, ince bir acı geziniyordu. Baş parmaklarını şakaklarına destek yaparak, alnını yoğurmaya başladı. Başına öbeklenen ağrıyı elleriyle söküp atmak istiyor gibiydi.

“Birkaç damla… Lütfen Allah’ım, ağlamalıyım. Birkaç damla gözyaşı lütfet…”

Kimyası insanoğlunun kimyasına uzak bir öfkenin avuçlarında kıvranıyordu. Kurtulmak için yaptığı her hamle öfke nöbetinin şiddetli bir atağıyla bertaraf ediliyordu.

İçinden cümleler akıyor, zihninde kelimeler harbediyordu. Bazılarını unutmak isterken, bazılarını unutmamak , hep hatırlamak istiyordu.

“Karıncalar… Karmaşa… Acı… Kaos…

Haşarı çocukların dağıttığı bir karınca yuvası var içimde.

Yüzünü buruşturdu tiksintiyle, öfkeyle, nefretle… Şimdiye kadar yabancısı olduğu cümle duyguların istilasındaydı ruhu.

İçinde haşarı çocuklarca dağıtılmış bir karınca yuvası vardı, ne yapacağını bilemeyen karıncalar içinde ayak basılmadık köşe bırakmıyor, etinden yürüyüp tenini zorluyorlardı günışığına çıkmak için. Vücudunu saran karınca istilasına yenik düştü…

Kuştüyü yorganına sardı çimdiklemeye kıyamadığı kollarını. Ellerini kalbinin üzerinde kenetledi inançla. Dedesinden öğrendiği ”Rabbi yessir ve la tuassir Rabbi temim bilhayr” dualarıyla uykuya gömdü yaşadıklarını...

Gitmeliyim


“Bu rüzgarın kokusunu biliyorum ben, biraz kekik, biraz iyot kokuyor. Gitmeliyim. Ben ki kökleri çürümeye durmuş bir söğüt ağacıyım, kurak iklimlere göçmeliyim.“

Önce kitaplarını koliledi, holde kapıya yakın bir yere koydu. Koca bir valiz aldı sonra, geleceğe dair umutlarını, hayallerini, birkaç kat kıyafetini özenle yerleştirdi içine. Valizden tüten karanfil kokusunu solukladı uzun uzun. Dışarıda kuvvetli bir rüzgar ağaçları yalayıp geçiyor, evin pencerelerine çarpıyordu hiddetle… Pervaz aralarından yol bulup geçerek kuvvet kazanan bir uğultu tırmalıyordu kulakları. Rüzgar, onu çağırıyordu.

- Kızım, gitmesen… Şimdi kar kış yolları kapamıştır. Birkaç ay daha sabredip baharı beklesen…

Ben baharın peşi sıra gidiyorum annem, dese anlatabilir miydi? Benim özüm göçebe, yol ver, izin ver gideyim annem, dese? Ben yağmurlardan nasipsiz bir ülkeye, bulutlardan rahmet sağmaya gidiyorum dese? Yüreğine sığışmakta zorlanan bu heyecanın dudaklarında anlamını yitirmesinden korktu, gitmeliyim annem, dedi yalnızca… Ne de çabuk doluvermişti valiz. Zorlayarak kapatıp, fermuarını çekti. Kapının ardına koydu.

Evin odalarını dolaştı tek tek. Vedalaşır gibi, helalleşir gibi. Koridorun ayder yeşili duvarlarını şefkatle okşadı. Pencerenin perdesini aralayıp, bahçeyi seyretti bir süre. Bahçenin tüm ayrıntısını rengarenk panoramik bir fotograf gibi hafızasına nakşetmek istiyordu. Pencerenin iki metre kadar ilerisindeki portakal ağacını fark etti sonra. Geçen yıl aşılandığında babasının heyecanını hatırladı. Küçücük dallarının bir yılda nasıl boy atıp çiçeklendiğini, koca bahçeyi fetheden tazecik portakal çiçeği kokusunu anımsadı. O ilk portakalını cennetten inmiş kutsal bir hediye gibi, şifa gibi nasıl da dilim dilim paylaşmışlardı. Gözleri nemlendi.

Rüzgar, uzak diyarlardan kısrak sesleri taşıyordu kulağına. Kekik ve iyot kokuyordu, rüzgar ona uzak ülkelerden selamlar getiriyordu.

Helalleşti, son bir gayretle valizini yüklendi, çıktı evden. Esrarlı bir el göğün karnına kesik atmıştı, lacivert teninden kutlu bir ışık fışkırıyordu. Bahçe kapısından döndü, seslendi:

- Annem… Önümüzdeki bahar geleceğim elini öpmek için… Önümüzdeki bahar…

Hanımeli ve reyhan kokularıyla rüzgara karıştı sesi. Yağmurla damla damla büyüdü adımları, çiçek kokularını süpürerek çıktı bahçeden…

Susmamalıydım…

Ben susunca başladı herşey aslında. Uçsuz bucaksız bir sessizlikte boyverdi mor renkli zakkumlar… Böyle bir sessizlikte filizlendi zehirli sarmaşıklar… Böyle bir sessizlikti her şeyi tereddüd rengine boyayan…



Oysa ben kelimelerimle dimdik ayakta durmalıydım.

Susmamalıydım…..

Ağlamak istiyorum, bir çift göze ihtiyacım var.

Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman;
Deniz aynandır senin, kendini seyredersin
Bakarken, akıp giden dalgaların ardından.
Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin.

Charles BAUDELAIRE

Buradayım

Mevcudiyetime delil bu sanal sayfa olacaksa eğer, 0'lar ve 1'ler adedince ilan olunur : BURADAYIM...

Mert Can'ın Gözünden Bugün




3,5 yaşındaki Mert Can'ın gözünden 26 Temmuz 2008...

Kulakları küçük olan halası Elif (kimlik bilgilerine göre ise NURAY) 'ın sözü, tatlısı, nişanı...
Her ne ise adı mühim değil...
Mutlu günü.. :)



Ayakkabıcı

Çok sıcak bir gündü.

Hastanedeki onca koşuşturmacadan sonra SSK müdürlüğüne gidip bu evrakları onaylatmalısınız dediler. Mecburen peki deyip çıktım hastaneden

Bir insan seline kapılmış yürüyordum çarşıya doğru. Bir yandan vitrinleri seyrediyor bir yandan annemin ısmarladıklarının fiyatlarını aklımda tutmaya çalıyordum. En uygunu nerededir aklıma notediyordum. Güneş tepemdeydi ve ben boncuk boncuk terliyordum.
Bu arada elimdeki poşette unutulmuş bir iş düştü fikrime, Elif’in daha yeni aldığımız ancak yanlarından atmış ayakkabıları. İyi bir tamirci bulup, güzelce yapıştırtmak lazım bunları da. Haftasonu nişanında bu ayakkabılarını giymeyi planlıyordu.


Nem bunaltıyor, nefes aldırmıyordu, hava neredeyse külliyen su olup akıverecekti. Çarşı diye tabir edilen iki sokaktan mürekkep merkeze vardığımda önce ne tarafa gitmem gerektiğine karar veremedim. Sağda olmalıydı, şu ara sokaklardan birinde. Daha geçen yaz bez ayakkabılarımı tamire vermiştim. İki gün sonra ancak gidip alabilmiştim. Adres sormayı da hiç sevmem ki.

Sandığım kadar zor olmadı tamirciyi bulmak. Çoğunlukla ayakkabıcıların olduğu bir sokağın hemen sağında arada kalmış küçük bir dükkandı. Dükkanda iki tane ayakkabı dikimine yaradığını bildiğim makineden vardı. İkisinin arasından ancak bir kişi geçebilecek kadar bir boşluk kalıyordu. İkisi de yağ ve kir içindeydi. Fakat üstlerinde envai çeşik küçük süsler, nazarlıklar, gümüş işlemeli parçalar, kolye ucu, dualar… İkisi de özenle süslenmiş, gelinlik kızlar gibiydiler.

Kar beyazı saçlı, gözleri gök mavisi bir amca buyur kızım dedi. Ne de çok dedeme benziyordu saçları, gözlerindeki masum ışıltı.

- Tamir edilecek bir ayakkabı vardı da…
- Alayım ben, tamam kolay bu, yapıştırılacak sadece.

Ayakkabılarla birlikte elimdeki tüm poşetleri de bıraktım amcaya. Daha SSK’ya gitmem gerek. Elimde kocaman bir vazo, hangi akla hizmet aldımsa, mübarek gavur ölüsü sanki. Halbuki annem vazo falan da istememişti benden. Ama ne güzel durur girişteki masanın üzerinde. Bir demet de zambak aldık mı… Harika olacak…

- Ne zamana olur amca?
- Sen dönünceye biter kızım. Haydi uğurlar ola.
- Peki , kolay gelsin…

Amca beni o koca vazodan ve envai ıvır zıvırdan kurtarmıştı ya Hızır kesilmişti gözümde. Yaklaşık bir saat sonra uğradım dükkana. Kimsecikler yoktu. Kapı açık, her şey ortada. Fakat amca yoktu. Bu alışkın olmadığım bir itimat şekliydi. Eski zamanların insanları geldi aklıma. Kapısını çekmeye bile gerek duymayan, birbirine güvenen insanların zamanı… Bitişikteki ayakkabıcıdan pos bıyıklı bir amca : Buyur otur abla, bekle sen dükkanda şimdi gelir. Torunu gelmişti daha şimdi buradaydı … dedi.

Önce çekindim dükkana girmeye. Sonra baktım gelen giden yok. Geçtim ve köşede duran bir tabureye oturuverdim. Yanıbaşımdaki makinenin sağı solu gelinlik kız gibi süslü püslü. Diğeri de ona nazire yapar gibi. Sanırsınız yarışıyorlar birbirleriyle. Benim üstümde bu kadar süspüs yok yahu demek geldi içimden. Gülümsediğimi fark ettim. Derlenip toparlandım, malum çevre esnaf bu kız da neyin nesidir böyle, kendi kendine gülüyor demesinler diye.

Duvarlara takıldı gözüm. Bir sürü fotograf, gazete kupürü, eski bi kağıt para. Hz. Ali’nin fotografı, yanında Sözler’den bir dua. ‘Ya Rab, kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl… Amin…” Rahmetli Ecevit ve Rahşan hanım... Sivasspor'un kocaman bir afişi. Hemen üstünde bir denizyıldızı. Kaç yıldır burada kimbilir. Toprak rengine dönmüş yüzü. Yanıbaşında bir deniz çocuğu olmama rağmen daha önce hiç görmediğim garip bir balık. Öylesine enteresan görünüyor ki, sanırım bir müzede sergilense yeridir. O da bu dükkanın bir parçası olmuş. Hepsinin yüzünde aynı rengin yansımaları görünüyor.

Bayağı zaman geçmiş. Ben dükkana alışmışım. Hani zaman orada başka akıyor. Aşinalıkla olsa gerek cep telefonuna davrandım. Birkaç kare çeksem.. Ne olacak ki, çok çok çevreden bakanlar hayırdır derler. Geçerler. Utana sıkıla birkaç kare çekiyordum ki arkamda bir ses: “Bizim torun geldi, kusura bakmayın sizi de bekletmişiz. Kerataya bir şey beğendiremedim. Verdim parayı, gitsin anasıyla alsın, uğraşamam.(Bir süre sustu. Yalnızca birkaç saniyeydi.)Babaları öldü de.”
“Öyle mi ? Allah rahmet eylesin…”

Bakışlarını kaçırdığını fark ettim. Yüzünün her bir kıvrımında aynı hüzün okunuyordu.

“ Benim tek evladımdı babaları. Allah kimseye evlat acısı yaşatmasın. İki ay oldu. Burayı kapatmıştım yeni açtım. Beraber çalışırdık. Bak bu onun fotografı…”

Sivasspor afişinin yanıbaşında bir fotografı işaret ediyordu.

“Ne kadar da size benziyor, sizin gençliğiniz sanmıştım ben. Allah sabırlar versin…”“Hanım diyor ki git çalış , ama nasıl çalışayım, şurada otururdu, şu makinada o çalışırdı.”

Sesi titriyordu. Benim boğazımda bir düğüm. İçimde keder rengi bir duman yükseliyordu gözlerime doğru. Konuşsam titreyecekti sesim biliyordum. Sustum…Bir süre sessizlik oldu. Küçücük dükkanın içinde vızıldadı durdu ince bir nota. İnsanın içine dokunan bir nota, dolandı durdu küçük dükkanın içinde.Bazen söyleyecek sözü kalmıyor insanın. Sözüm yoktu. Böylesi bir acıyı teselli edecek tek kelimem yoktu.

Biz de dedemizi kaybettik geçtiğimiz ay desem. Ben dedemi çok severdim amca. Onunla daha yapacak çok şeyimiz vardı, yaz için planlarımız vardı desem. Biliyor musun amcacığım dedem bir gün sustu, sonra aylarca konuşamadı, bir bilsen amcacığım ne acı bir şey gözlerine bakıp da tek kelam edememek desem. Desem ki… Sustum…

- Borcumuz ne kadar amca ?
- İki lira ver yeter kızım..

Ellerim titriyor, cüzdanın içinden iki lirayı tutup çıkartamıyorum.- Yoksa kalsın.. mühim değil hanımkızım.

Amca öyle gönlü geniş, hani iki satır da dertleşmişiz ya bana öyle geliyor ki, dost olmuşuz kırk yıllık. Artık bir ayakkabının tamirinin aramızda lafı olmaz demeye getiriyor. Diyemiyorum ki amcacım ellerim titriyor tutup çıkaramadım bozuk parayı diye.

- Yok amcacım, var inşallah. Bozukluk vereyim diye uğraşıyorum.
Güç bela çıkarttım kıytırık iki lirayı cüzdandan. Her bir yanı gümüş parçaları, nazarlıklarla süslenmiş makinanın üzerine bıraktım.- Hakkını helal et amca, hadi kolay gelsin…
- Sağol hanımkızım…

Dükkandan çıktım, adımlarım yavaşlamış, kalabalık bir pazarın orta yerinde pervasızca adımlıyordum kaldırımı. Sağdan soldan gelenler de , dükkanların önünde oturan garip tipli insanlar da umurumda değildi. Bir ara bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Amcanın gözleri gibiydi… Dedem gibiydi.

Evet aslında hakikaten kaşık galiba yok (: :)





Sınırlarımı, Yaratıcının sınırsızlığı ile aşabilirim.

Sınırlarımı, Yaratıcının sınırsızlığı ile aşıyorum.

Sınırlarımı, Yaratıcının sınırsızlığı ile aşabiliyorum.

Yaratıcım için sınırlar yoktur.

Ben Yaratıcıma teslimim...

...
.....
.......
.........

Sınırlar yoktur!

Ankebut

Yine bir düş gördüm.

Belki de değildi...



Gecenin geç bir vakti, bir yazının sancısını çekerken buldum kendimi. Anlatmalı bunu diyordum kendi kendime...

Evin kaybetmenin acısını, ızdırabını anlatmak...

Yeniden başlayışları betimlemek...

Herşeye ve belki tüm aksiliklere rağmen, yılmadan, pes etmeden, her ne kadar küçüksem de dünyada, özümle büyüklerden büyüğüm diyerek sınırları zorlamak ve yeniden başlamak herşeye....

Kaybettiklerinin yerine yenilerini inşa etmek... Yeniden bir ev kurmak....

Karanlıktan, alaca aydın odama açtım gözlerimi , sıcaktı ve çok terlemiştim... Banyoya gittim, yüzümü yıkamak biraz serinlemek için...


Aynaya baktım. Bakışlarım bulanık ama hala güzelim.

Aklımda rüyayla gerçek arasında seçilmiş bir kaç giriş cümlesi....

İçimde tarifi imkansız bir heyecan ve hüzün....


Evini kaybetmiş bir örümceğin ızdırabını anla(t)mak...


Bu yazıyı yazmalıyım; mutlaka...

Wirginia Woolf

Raslantısal olana hiçbir zaman inanmadım.

İflah olmaz bir romantik değilsem de -en azından artık - hayatın satır aralarında verilen ipuçlarını takip etmek, tatlı tevafukları keşfetmek tarif edilmez bir mutluluk veriyor bana.


Daha dün kendi kendime karar almıştım hergün birkaç satır da olsa yazacağım bloga da olur harici belleğe de diye, biliyorsunuz. Bugün sabah postadan gelen dergiyi masamın üzerinde buldum. Sayfalarını karıştırırken bir yazı beni aldı götürdü. Wirginia Woolf ve Yazarlık Dersleri :)

Bence trajik bir hayatı olan yazar bakın ne söylemiş : "sadece yazın demek istiyorum. Sayfalar dolusu saçmalayın. Aptal olun, duygusal olun, Shelley'yi taklit edin. İçinizden gelen her sese kulak verin, dilbilgisi kurallarını, teknik ve biçimsel alanda bilinen tüm kurallarla beraber ihlal edin, dökün, devirin, kendi keşfiniz olan, olmayan her türlü kelimeyi kullanın, şiirsel bir biçimde, düzyazı bir metinde, ya da elinize geldiği gibi, bir çırpıda yazılan anlamsız sözlerle öfkelenin, sevin, alay edin. Ta ki yazmayı öğrenen kadar..."

Emir telakki ederim!


BBC kayıtlarında Virginia Woolf'e ait 71 yıllık ses kaydı :

http://www.bbc.co.uk/bbcfour/audiointerviews/profilepages/woolfv1.shtml

Bir kaç satır

Kaleme davranmak sözü artık kitaplarda kaldı sanırım. Şimdilerde iki satır yazmak isteyen klavyeye davranıyor. Bundan bir kaç on yıl sonrasındaki deyimi şimdiden nazar-ı dikkatlerinize sunarım : "Klavyeye davranmak"

Uzun zaman önce Ali Çolak beyin kalem üstüne bir denemesini okumuştum. Ne güzel anlatmıştı beyefendi, kalemler ve kalem erbabı nasıl da yücelmişti gözümde. Ve ne kadar da eksik hissetmiştim kendimi. Ne kadar vefasız olduğumu düşünmüştüm "kalem"e karşı.

Niye anlatıyorum tüm bunları? Haklısınız, manasız görülebilir gecenin bu vaktinde kalem konuşmak. Ancak söz verdim kendime, her gün mutlak yazacağım iki satır. Ki aşinalık kazanayım kelimelerle. Okumak? Mutlak ve her zaman. Ancak yazmaya yazmaya yabancılaşıyorum sanki bu ülkeye ben. Sanki kelimeler alemi benden soğuyor. Cesaretim kırılıyor yazmadıkça. Cesur değilim, saçmalamayı baştan kabullendim, kınanmak bahasına yazacağım, biline.

Ancak böyle bileyleyebilirim içimden geçen cümleleri, ve ancak o vakit .... bilmiyorum. Ancak yazarsam iyi olurum. Bir gün olur a, iyi yazarsam, mutlu olurum... Mutlu olmak bu kadar kolayken, vazgeçemem...


Madem bunca susuyoruz, biraz yazalım...

Madem yazıyoruz, o zaman adam gibi yapalım değil mi ya..?

Rüya






Bir rüya gördüm....

Biliyorum düştü....

Hakikatle yoktu ilgisi alakası...

Belki bir oyunuydu beynimin bana...

Olur a belki bilinçaltımın bir yansımasıydı yalnızca bilinç aynasından yüzüme doğru....


Bir rüyaydı....

Biliyorum düştü...


Bir duvar gördüm düşümde...

İncilerle örülü bir duvar.

Pırıl pırıl...

Işıl ışıl...

Sonra bir inciyi kopardın aldın duvardan...

Ağlıyordun.

Ağlıyordum.

Uyandım...


Biliyorum düştü...

Biliyorum rüyaydı...

Peki niye gözlerim yandı ?

Dağ Başını Duman Almış...

Az önce haftasonu tatilimi garantilemiş bulunmaktayım. Bu haftasonunu toroslarda geçireceğim. Eğer fotograf makinasının batarya problemini halledebilirsem p.tesiye süper fotograflarla döneceğimi umuyorum.

Uzun zamandır sessiz ve sakin bir kaç günün hayalini kuruyordum. Şimdi işte o fırsat. Biraz zahmetli bir yolculuk olacak ama sanırım neticesine fazlasıyla değecek. Şimdiden burnuma çam ağaçlarının kokusu geliyor..


Bekle beni Toroslar,
Geliyorum!!!

İnsan İki Kişidir

Ben sana eski bir şey söylemiştim
evler içe doğru açılıyordu daha
kelimeler içe doğru açılıyordu
daha içe doğru açılıyordu daha
iki kişi bir insanda

insan iki kişiydi insan iki kişidir

daha kalabalık değildir biri olmaktan

yokluğun bıraktığı iki kişiden
biri derinliğine insan
biri boğulur ondan

iki kişidir insana
tuzaktan düşen orman
hanidir kuşlardan konuşmadık

en az iki kişidir
bir insanda aşk olmak
onları da birbirine bağışla

iki kişinin düellosunda
karşısında ondan kutsal
kimi bulacak insan

iki kişiysen yalnızsın
deli çocuk deli kadın
topladığın deli çiçek

iki kişilik biletin
insanı çoktan geçti
birazdan dolar yalnızlık

iki kişi daha var
biri yola çıktı yine içimde
biri açacak

ben sana eski bir şey söylemiştim
biri fazla
insan iki kişidir

insan şimdi kaç kişidir
kaç kişiden kalır bir insan
kaç kişi bıraktıysan
bir insandan kendine

beni iki kişi bırak
biri ateş olsun sarsın
biri bunu yangın sansın

beni iki kişi bırak
biri ele versin beni
biri suçumu üstlensin
beni iki kişi bırak
beni iki kişi bırak

Eskiden Terzi (1991 - 1994)

Haydar Ergülen

Sevmekle yürek aşınmaz ya

Badem ağaçlarını severim ben
Azıcık ılımaya görsün hava
Dediği gibi şairin
Pembe ve beyaz kuşanırlar çiçeklerini
Hesapları yoktur ayaza dair

Leylakları severim mesela
Mor mor, eflatun eflatun gülümserler
Evlerin taraçalarından aşağıya doğru
İki sokak önce karşılar sizi endamları
Hoş kokuları...

Sonra akasyaları severim mesela
Kırılmıştır beyaza dair umutları
Biraz yanıktırlar
Ama yine ışıl ışıl
Yine hoşturlar işte
Anlatması güç...

Yağmuru severim
Rüzgarı severim
Dalgalı denizleri
Bulutlu yaz akşamlarını
Ve kar ile merhaba diyen yeni bir kış sabahını
Severim mesela...


Meselalar dolanır dilime
Ki düşkünümdür ana dilime
Ama yine de inadına
Dilime aşık meselaları severim mesela...

Utanmam, yüksünmem, gücenmem hiç
Sevmekle yürek aşınmaz ya...


Ellerini severim senin
Rahim , bereketli ve şeffaf...
Ipılık bir bakıştır senden bana nasip
Bakışını severim dostane, sıcak...
İnadına severim işte

Utanmam, yüksünmem, gücenmem hiç
Sevmekle yürek aşınmaz ya... ?

Söyleyecek sözü olmamasına rağmen, kaleme davrandı. Halbuki karalamak nevinden bile olsa bir tek kelimesi yoktu yazacak. Tek kelime… Ne yüklemi ne tümleci belli olan bir cümlenin öznesiydi… Biliyordu….
Biliyordu ki bazen anlatamamak anlatabilmekten çok daha evlaydı… Sustu…

Sükutunun satır aralarına karanfiller kondurdu kız.
Sükutunun satır aralarına parıldayan inciler sıraladı…

Sonra bir hastane odasının penceresinden tespit edilen o sahneyi hatırladı. Her bir dalını budağını kozalaklarla bezemiş heybetli çam ağacını. Çam ağacının en yüksek dalında rüzgarın ahengine kapılmış güvercini anımsadı.

Ne çok istemişti o güvercin olmayı…

Oysa dedim ya bazen susabilmek, konuşabilmekten evladır. Anlatamamak, anlatabilmekten ehven…

Herşeye rağmen : UMUT

Anladım ki, emeksiz olmuyor hiçbir şey...

Geçen yıl bu zamanlar diktiğim ve bir yıldır itinayla baktığım yaseminim bugün çiçek açtı.

Oysa ben daha 4-5 gün kadar önce çiçekleri sularken yaseminimin ilk günkü çelimsizliğinde olduğunu görünce ümidimi kesmiştim bu yaz çiçeklenmesinden...

Büyük hata eylemişim, ilan olunur...

Yaramaz'ın iki tane yavrusu doğdu : Kahve ve Sütlü:)


....Kahve...



Sütlü ve Kahve :)




Yeni bir yer keşfettim... :)




Süper bir yer keşfettim. Kutlayın beni.

Geçenlerde bir programda Hasan Kocabaş konuktu. Kim olduğunu programı izleyince öğrendiğim yazar, bir takım taşların hastalıkların tedavisinde yardımcı olarak kullanılabileceğinden ve kendisini bir çok kimsede tecrübe ettiğinden bahsediyordu.

Sözünün arasında da başağrısı için iki taş tavsiyesinde bulundu:
Malakit , Kaplangözü


Kaplangözü rahatlıkla herhangi bir gümüşçüde bulabileceğiniz bir taş. Fakat arayınca öğrendim ki,Malahit ya da Malakit diye telaffuz edilen taşı bulmak pek o kadar kolay değilmiş. Mısır çarşısında bir gümüşçü, Malakit'i zor bulacağımı, kendisinin bile bulamadığını söyledi mesela. Tüm hevesim kırılmıştı. Ancak sonra Kapalıçarşı'da bir gümüşçüye girdim. Tamamen tevafuken... Bir çok taşı çeşitli formlarda, takı yapmaya hazır bulabileceğiniz gibi çok özel çalışmaları da olan bir dükkan. Hem de bence oldukça uygun bir fiyattı. Biliyorum reklam gibi oldu ama, benim gibi gümüş aşıkları çok. Ve pek çok zaman özel bir şeyler aradığımda sıkıntı yaşıyorum.

Uzun lafın kısası, kapalıçarşıdaki gümüşçüde bir kaç bileklik almadan çıkamadık arkadaşımla. Bir de yukarıya fotografını koyduğum yüzük var tabi. Yeşil kuvars ve yakutla hazırlanmış harika bir şey. Kızkardeşim için de yakut ve akikle çalışılmış bir benzerini aldım. Çünkü bir modelden iki tane bulmak mümkün değilmiş.(oysa niyetim bir örnek almaktı :)


Yolunuz düşerse diye :

Sinan Works of Art

Kapalıçarşı (Grandbazaar)
Halıcılar caddesi No : 47 Beyazıt / İstanbul

+90 212 527 87 57


Küçük bir not : Psikolojik etkilerin olabileceği düşüncesiyle, şüpheyle taktım bilekliği. Ancak enteresandır ki başağrılarımda ciddi anlamda azalma ve hafifleme var. Hatta oldukça septik birisin olan kardeşimde denedik. İşe yaradı. Birkaç kişide daha tecrübe etmeye karar verdik. Bakalım, neticelerini buradan yazarım belki;)

Günün Notu : Mutsuz olma ihtimali...

Niyetim yüzünde tatlı bir gülümsemeye vesile olmaktı. Çünkü biliyordum ki, o gülümsediğinde omuzlarımdaki yük hafifleyecek, şöyle ya da böyle benim de dudaklarım kıvrılacaktı mutlulukla... Ama ademoğlu her daim şaşırtabiliyor. Yaklaşık 15 dk boyunca duygularımı anlattım. Karşımdakinin cevabı, "biliyorum, ama ben rahatsız oldum." oldu. Şeytan diyor ki: "..." La havle...

Şaka gibi. İnsan nasıl olur da , birinin mutlu olması için uğraşırken, mutsuzluğuna vesile olur. Bir çeşit kamera şakası falan olmalı. İstifa ediyorum ben...

SİS

İki şehri var gecenin, biri gözümde
tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur
gibi çöken siste, bana bu uykusuz
şehri niye bıraktın, göze alamadığım
bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin,
gece değil istediğin hayli karanlık
bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak
hevesindesin! Gözlerini anlıyorum henüz
bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;
gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak
şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim :
Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,
biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,
bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum
konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde
Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye ?

Haydar ERGÜLEN

Milli Eğitim Bakanlığı resmi sitesinde yurdun dörtbir tarafından gelen öğrenci fotograflarını yayımlıyor.

Yalnızca okullar değil, dileyen herkes verilen mail adresine öğrenci fotografı gönderebilir.

mailto:gönderebilir.bilgi@meb.gov.tr

Bana sorarsanız çok güzel bir düşünce...

Birkaç fotograf görmek istersiniz belki :

http://www.meb.gov.tr/temp1/image/photo/



Yol Manzaraları - İstanbul










Günün Aynasından Yansıyanlar


Günün Aynasından Yansıyanlar





Dün gece seni gördüm rüyamda...
Gözlerim yandı....

Yol Manzaraları



Yol Manzaraları - Urfa




















SİMURG



Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerine kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış.
Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş.
Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyler yüzünden kafese kapatılırmış);Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;Baykuş yıkıntılarını özlemiş,Balıkçıl kuşu bataklığını.Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi “şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi “yok oluş” ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş…
Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki;“SİMURG ANKA – Otuz Kuş” demekmiş.Onların hepsi Simurg’muş. Her biri de Simurg’muş.
Simurg Anka’yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.
Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır…

Faili Meçhul Cümleler

Bu kalem senden bana kalan en kıymetli hatıra, 1962 basım Türk Dil Kurumu Sözlüğü'nden sonra. Promosyon bir tükenmez kalemin bu kadar kıymetli olabileceği sağlığında hiç aklına gelir miydi? Bu kalem senden bana kalan en kıymetli hatıra, cüzdanımda sakladığım afilli vesikalık fotografından sonra.

Kimi zaman mutfak masasının üzerinde kimi zaman telefonun yanıbaşında duran sıradan bir tükenmez kalemin bir gün kilometrelerce yol katedip benim parmaklarımın arasında olacağı, yatağımda oturup cümleler çiziktireceğim hiç aklına gelirmiydi not defterime senin kaleminle?

Senin ellerini hiç bu kadar uzun tutmak nasip olmadı. Belki fotografını öptügüm kadar öpmedim yanaklarından. Yokluğunda dertleştiğim kadar dertleşmedim sağlığında, yazık... Tövbe.. Nasip...

Farkında mısın, seninle hiç bu kadar yakın olmamıştık. Kalbi kalbe yakın kılan ne mekan ne de zaman öyleyse... Şimdi dualarım uğruyor mu yurduna, kalbimden geçenler ruhuna duyuruluyor mu dede?
16.04.2008

BAY AHMET (Tadilatta:)

O sabah da yine dehşetli bir kabusun kucağından düşer gibi uyanacağını zannediyordu yatağına girerken... Yani yine gördüğü kabusun en dehşetli noktasında açacaktı gözlerini kan ter içinde ve ilk gördüğü yine 07:00’ı gösteren talebelik yıllarından kalma çalar saati olacaktı. Derin bir “oh!” çekecek ve söylenerek çıkacaktı yataktan. Çok erkendi zaten uyanmak için ve kahrolası bir çalışma günüydü her zamanki gibi.

Bay Ahmet zannediyordu ki o sabah da dağınık bekar evinin fazlasıyla dağınık mutfağında yapabileceği eğreti bir kahvaltıya tenezzül etmeyerek köşedeki fırının poğaçalarına talim edecekti. Yine aynı lanet takım elbisesini giyecek ve nefret ettiği kravatını takacaktı. Hatta karşı dairenin çirkin sakinesiyle her sabah olduğu gibi bu sabah da enteresan bir rastlantı sonucu kapıda karşılaşacak, selamlaşacaklardı.

Olacaktı tüm bunlar. Hatta olmalıydı... Olmalıydı ki Bay Ahmet bol bol küfredebilsin... Lanetler savurabilsin...

Bay Ahmet’in hayatına renk katacak yığınla uğraşı vardı desem... Yoktu! Bay Ahmet çocuklardan ve hayvanlardan nefret ederdi. Zaten her ilkbahar külli bir işkence vakti idi Bay Ahmet için. Polenler annesi ile birlikte tüm sülalesine ağıt yaktırırdı üç ay boyunca. Çekilir dert değildi yani anlayacağınız.

Bir kitap kulübüne üyeydi Bay Ahmet. Lakin hiçbir kitabı bitirmeye sabrı yetmedi. En son lisede iken edebiyat dersinden yıllık ödevi için M. N. Sepetçioğlu’nun Kapı mıdır, Kilit midir bir kitabını okuyup; özetlemişti.

Bay Ahmet’in esaslı bir çevresi de yoktu. Bir aralar hem çevre edinebilmek hem de lanetler savurduğu düzensizliğe bir düzen verebilmek için bir sendikaya üye oldu. Yürüyüşlere falan katıldı. Afilli sloganlar attı. Sıkı tekmeler yedi! Destekli jop darbeleri! Anlayacağınız Bay Ahmet çiçeklendiği hiçbir dalda tutunamadı. Ya da şöyle diyelim: “Mevsim müsait değildi.”

Çiçeklenmek deyince Bay Ahmet’in de diğer tüm sağlam ve sağlıklı erkekler gibi kız arkadaşları oldu. Unutuldu ya isimleri olsun. Bir tek Mücella! Mücella unutulabilir miydi! 1960’ların filmlerinden bir kareydi sanki Mücella. İçli kızdı. Kibar. Gözleri gece karası idi, saçları şarap kızılı... Üç sokak ötede iki katlı ahşap bir evdi yaşadığı... Annesi, babası ve büyük halasıyla beraber yaşadığı iki katlı ahşap evi Bay Ahmet’e kabe kılan Mücella...
Ahmet Haşim severdi Mücella... Şiirler okurdu Bay Ahmet’e Haliç’e karşı...

Gök yeşil, yer sarı, mercân dallar,
Dalmış üstündeki kuşlar yâda;
Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Bu sönen, gölgelenen
dünyâda!

Şimdinin üç çocuklu Mücella anasıydı belki ya olmazdı. Unutulamazdı 1975 Mayıs’ının kızıl saçlı Mücella’sı...

Hayattı işte onunki de... Biraz gam, biraz keder, biraz coşku, bir parça aşk, nefret, pişmanlık... Baştan ayağa tereddüt bir hayattı... Tereddüt, beyninde filizlenip kalbine yol bulan bir ayrık otu gibiydi.

Tereddütsüz attığı adımların, doğruluğuna dair içine düştüğü tereddüt krizi son birkaç yıldır kemirmekteydi hafızasındaki tüm kareleri. Bay Ahmet son üç yıldır irdeleye irdeleye şüphe rengine boyanmadık pek az kare bırakmıştı hayatında. Adını hakikat koyduğu birkaç şey kalmıştı elinde ve sıkı sarılmıştı bunlara.
Annesi…
Annesi hakikatti baştan ayağa. Irmak gibi dupduru ve akışkan…

Güvercinler…
Balkonunu mesken tutmuş edalı güvercinler…

Peki ya Mücella ?
Hakikat miydi kızıl saçları ve gece karası gözleriyle... Hala verememişti ya cevabını bildiği bir şey vardı , aşk hakikatti... Pervasızca savurduğu tüm lanetlere rağmen Bay Ahmet 1975’in mayısından beri yüreğinin bir köşesinde taşıyordu bu hakikati... Evet... Evet aşk hakikatti...
Bay Ahmet. Dedik ya, sanıyordu ki, o sabah yine her zamanki gibi başlayacaktı... Gün yine lanet doğacaktı. Telefonu çalmayacaktı gün boyu... Bay Ahmet yalnızdı ve yalnız olacaktı. Mücella üç sokak ötede oturacak ve Bay Ahmet karşılaşmamak için Karanfil sokağı kendine haram kılacaktı...

Hayat tüm tantanası ile sürüp gidiyordu ve Bay Ahmet sürünmemek için yaşarken alabildiğine sürükleniyordu... Ve yeni yeni farkediyordu ki; sürünmek ile sürüklenmek arasında çok da hayati bir fark yoktu. İki kelime, alfabetik bir uyum sergiledikleri gibi insan üzerindeki etkileri de üç aşağı beş yukarı aynı idi...

Bay Ahmet... Saçları gümüş... Gözleri tüm sevdaların, ızdırapların, tereddütlerin, hataların, günahların yorgun tercümanı... Yitirilmiş, tüketilmiş bir ömür... Eskitilmiş bir hayat işte... Hakikatlerle sahtelikler arasına sıkışıp kalmış; sevdalarla öfkeler arasında göz açıp kapatıncaya kadar geçen bir fasıla... Tek nefeslik... Tek bakışlık... Baştan ayağa tek eylem olan bir yaşam... Baştan ayağa tereddüt bir adam...

O sabah da lanet bir sabah olacak fakat her ne olursa olsun gün doğacak sanıyordu Bay Ahmet... Olmadı... Her sabah karşılaştığı yan dairenin sakinesiyle bu sabah karşılaşamayacaktı. Mücella en küçük oğlunu azarlıyordu. Kerata gene ıslatmıştı altını... Köşedeki pastaneden boğaça alanlar birikmişlerdi tezgahın önünde... Mis gibi bir koku ta Bay Ahmet’in evine kadar ulaşıyordu.

Saat çalıyordu: saat 7:00! Haydi kalk artık! Aç gözlerini! Haydi! Olmadı... Bay Ahmet kabus da görmedi o sabah... Ve kabustan ışıyan güne düşemedi bakışları... Masanın üzerinde fotoğraftan annesi seslendi olmadı... Yaşama dair tüm kalabalık çöktü üzerine Bay Ahmet’in olmadı... Günün moda parçalarını çaldı karşıdaki müzik marketteki endamlı kız... Sokak inledi, Bay Ahmet kılını bile kıpırdatmadı. Mücella’nın aklına bir mısra düştü Haşim’den... Bir de bakışları Haliç’e benzer bir sima... Fayda etmedi... Güvercinler kondu yine o sabahta balkonuna Bay Ahmet’in...
Olmadı... Olmadı... Olmadı...

Bay Ahmet’i bulanlar onu Mücella’nın sokağından Eyüp Sultan’a götürdüler. Mücella bir baktı çevirdi sonra bakışlarını, çamaşırlar yığılmıştı yine... Makine yoktu ki atsın da iki çevirsin olsun bitsin... İşi çoktu... Bay Ahmet son bir kez daha gördü Mücella’yı yalan değil... Mücella hakikat miydi?

- Nasıl bilirdiniz?
- Sahi biz nasıl bilirdik abi?
- İyi bilirdik koçum iyi bilirdik...

Sarı Güller Vazoda ve Hala Taptazeler

Şaşırdım aslında bakarsan ilk gördüğümde. Çok değil birkaç gün belki bir hafta önce kurak geçen koca bir günün ardından tam da akşam vakti besmeleyle ilk sularını içtiler senden aşırdığım güller… Aşırdım doğru. Galiba biraz hırsızlık var serde… Neyse uzun hikaye işin bu kısmı.

Koskoca bir demet kırmızı gül vardı masanın üzerinde gazete kağıdına sarılı. Kırmızı, etli ve parıldayan yapraklarıyla oldukça cazibeliydiler haklıydın. Hemen onların üzerinde iple bağlanmış küçük bir demet sarmaşık gülü.. Rengarek çıtırık güller. Beyaz, pembe, kırmızı, sarı… Öyle muzip görünüyorlardı ki. Belki de kanım çekti. Uzun uzun baktım masaya. Kararsızlıktan değildi bu dalış. Kırmızı koca bir demet güle karşı hiçbir rekabet şansı olmadığı düşünülebilecek susuzluktan boyunları bükülmüş bir demet şımarık gülün bu kadar kolay gönlüme girmesi kendini sevdirmesi şaşırtmıştı beni aslına bakarsan. Gizemli ve cazibeli kocaman kırmızı gül demetini tek hamlede nakavt ediyor içime kuruluveriyordu. Hayretimdendi uzun lafın kısası onca vakit hani seninle hasbihâl ederken dahi gözümün takılması masaya…

Aslında sonrasında adını koyabildim bu halin. Kırmızı güllerin biraz yukarıdan bakmışlardı bana. Aristokrat bir edayla tenezzülen selamlamışlardı beni. Oysa sarmaşık güller. Onlar öylemiydi ya. Envai renkleri, biraz bize benzer bükülmüş boyunlarıyla, şımarık, muzip edalarıyla bizdendiler. Bendendiler. ‘Ben’diler. Mesafeli halleri, tenezzülen selamları yoktu. Onlar sarılıp, iki yanağıma sıcacık bir öpücük kondurdular. Yüreğime daldılar, gönül tahtıma oturdular. Teklifsizdiler. Belki biraz da bu yüzden onları başucumdaki fiskosun üzerine yerleştirdim. Odanın en özel noktasında ve benim başucumda kaç gündür. Sabah uyanıp önce gülleri selamlıyorum. Akşam onlara merhaba diyorum ilkin. Olmadık vakitlerde bakıp bakıp gülümsüyoruz birbirimize… Hatta ikindi vakti eğer evdeysem, koşup bakıyorum ikindi vaktinin ışığında nasıl güzeldirler kimbilir deyip. Onlar seni hatırlatıyorlar bana dostum. Belki bu yüzden çok mutlu oluyorum.

Fakat biraz evvel, tam da bu satırları yazmaya başlamadan evvel gözüm yine başucumdaki vazoya ilişti. Beyazlar boynunu bükmüş, pembeler yer yer solmuş. Oysa ben sanıyordum ki, yine binbir edayla cıvıl cıvıl açacaktı güller. Hani hala tomurcuktular. Tomurcuklara solmayı yakıştıramamıştım. Onlar birbir neşeyle gülüşerek başucumda daha günlerce yoldaş olacaklardı bana. Olmadık vakitlerde onların kıkırdaşmalarıyla uyanacaktım belki. Yine bakışıp bakışıp kimsenin anlam veremediği gülücükler gönderecektik birbirimize muzip bir edayla… Az önce fark ettim ki , önce beyaz güllerin , sonra da pembe güllerini yitirmişim ben. Özenle, itinayla aldım kuruyan gülleri vazodan. Güzelce bir bağ yaptım, duvarda bir tabloyu indirdim sonra. Gülleri odamın duvarına astım.. Hüzne boğuldu içim nedense…

Altı üstü kurudu bir demet gül olsun varsın değil mi ya dostluk baki… öyle olmuyor işte.. Öyle diyemiyorum ben her nedense… Sarı güller kaldı geride dipdiri, ışıl ışıl… Beyazları ve pembeleri yitirdik… Anlıyor musun ? Hürmetim var tomur tomur kurumaya durmuş beyaz ve pembelerine…

Ama …

Anlar mısın?

Sarı güller vazoda ve hala taptazeler…

Faili Meçhul Cümleler

Tutmalı damla damla akacak gözyaşını
Tutmalı…

İnciler doğacaksa eğer, değmez mi saklamaya gözyaşlarını...?

Ayrılığın Dört Hali


1.O’na

O’na dair…
Kapının eşiğinde, bir soluk ötendeyim. Sense duvarlar ardında müphem… Aç kapını… Aç ki bu sen olmaktan öte bir derdi olmayan aşık içeri girebilsin…
Aç kapıyı, dışarıda ayaz var.


2.O’nda

Ey kapıda bekleyen sadık sevgili… Kilitli kapılar ardında bekleyen benim ve kilitlerin anahtarı senin elinde…. Aç ve gir kurtar beni bu cehennemden… Aç kapımı ki güneş girsin haneme… Aydınlansın avuçlarım, filizlensin karanlık…


3.O’nunla


Kapıdan süzülen ışık huzmesi…

Ve bir adım ötemde...

Vuslatta hasret varmış meğer, nereden bilebilirdi gafil nefsim… Nereden bilebilirdi kavuşmakla ayrı iklimlere akacağını gönül pınarlarının… Perdenin aralanması değilmiş marifet, nereden bilebilirdi… “Hicabın perdesi” ki, latif gösterirmiş sevileni... Leyla ya da Mecnun olmaya sevdalı gönüllerin çölleri baştan kabulü gerektiğini, dağları delmekle Ferhat olunurken Yusuf olup, zindana düşmenin varaklı harflerle nakşedileceğini, Züleyha’nın defterlerde kara bir leke olarak kalacağını nereden bilebilirdi…

4.O’ndan


Senden geriye kalan kesif bir yalnızlıktı… İç yakan bir öfke. Buruk bir keşke… Ah ile tutuşan seherlerdi senden arta kalan… Henüz kapatılamamış bir hesaptın yevmiye defterinde…

Hayatımın en ağır diyetiydi sevgin...


Mart 2008


Yol Manzaraları - Kapalı Çarşı / Edirne


Yol Manzaraları - Üç Güzeller








Bahar gelecek.... Geldi gelecek... Sabır...

Sana gitme diyemem, peki ya kal? Mümkün mü ?

Dersen ki sen kaldın mı yurdumda konuk? Hani dost ellerin dersen ya? Cevabım var mı benim?

Oysa nasıl anlatabilirim ki sana ben hep senin ülkende, bir ağacın ardında, bir evin taraçasının gölgesinde saklanmış, belki kapının ardında mahzun, bekledim… Nereden bileceksin… Sen yoksun derken, ben senin ardındaydım desem? Anlar mısın ki beni? Ya da ben anlatabilir miyim sana içimden geçenleri?

Herşey yalnızca ve sadece senin içindi desem.. Seni üzmek istemedim desem.. Seni kaybetmekten korktum desem.. Sana bağlanmaktan kaçtım desem.. Beni çok yaralamıştın desem, acır mı içindeki yaralar… Demeyeceğim…

Şimdi yarı güneşli aydınlık bir Cuma gününün öğleden sonrasında senin için dua edebiliyor olmaktan büyük saadet yok.. Ya da güne senin için dua ederek yummak gözlerimi.. Fakat yine de üzgünüm, yanlış zamandı ellerini bırakmak için… Bilemezdim.

Bir zamanlar sana sitem ederken, dostum nerelerdeydin diye. Şimdi aynını yaşatmak sana. Olmadı. Bana yakışmadı. Biliyorum…

Ama bil ne olur. Ne olur inan; ben tam ardında, adımlarım gölgene karışmış adım adım, bekledim. Bekledim içimden geçenler durulsun diye, bekledim sussun diye baykuşları gönlümün, bekledim ki biraz küle dönsün ateş içimde… Seni yakmaktan korktum… Seni incitmekten.. İnan bana…

214 Numara

“Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça ikbalime”

Başucunda inceden inceden çalıyordu şarkı. Köyünün yazları geldi gözünün önüne. Serin, iyotlu boğaz havası… Bir yanı mavi bir yanı yeşil memleketi, Çanakkale. Yazlığın balkonunda tavla safaları, çay bahçesindeki uzun, keyifli, doyumsuz dost sohbetleri…

Nihavent bir acı çöreklendi yüreğine. Güçlükle gözlerini açtı. Pencereden donuk bir mavilik süzülüyordu. Yoğun bir sis, bulanık kesif bir hava. İçi karardı. Odanın beyaz duvarlarında gezindi bakışları. Ayak ucunda büyükçe bir sehpa üzerinde duran televizyon. Sağında kanepe, kızı…

Perde-i zulmet çekilir korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime

Ayşeciği seçmişti bu şarkıları. “Nasıl da biliyor kızcağızım dedesinin zevkini. Ne güzel şarkılar seçmiş benim için.” Tebessüm edesi geldi ama olmadı.

Fazla aydınlık olduğunu fark etti odanın. Beyaz duvarlar, bembeyaz çarşaf ve yastık. Floresan ışığıyla birlikte insanın üzerine yürüyen, meydan okuyan bir aydınlık… Bu beyaz ışığın gerçeğin keskin kılıcıyla üzerine saldırdığını, gözlerini yaktığını, nefesini kestiğini hissetti. “Başka renk olmalı bu duvarlar, beyaz değil. Kesinlikle değil. Şöyle yumuşak bir renk olsa bu odaların ampulleri, ümit etmeye müsait bir ışık. Ne güzel olurdu.”

Toruncağızı gözleri buğulu, kederli ve titrek bir sesle şarkıya eşlik ediyordu.

“Eğilmez başın gibi
Gökler bulutlu efem
Dağlar yoldaşın gibi
Sana ne mutlu efem”

Çok yorulmuştu. Yumdu gözlerini. Sahi kimbilir kaç vakit evveldi. Salonda çay sohbetinin ortasında kulaklarına çalınan melodi ile hepsi misafir odasına yönelmişlerdi. Volkan almış enstrumanını eline hevesle çalıyor, Ayşe de mütebessim ona eşlik ediyordu. İçeri girmeye, büyüyü bozmaya korkmuşlar, kapıdan dinlemişlerdi tüm ev ahalisi. Şarkı bittiğinde – tıpkı filmlerde olduğu gibi – coşkuyla alkışlamışlardı. Nasıl da utanmıştı her iki torunu da. Yüzleri nasıl da kızarmıştı. O ise ne mutlu olmuştu o gece. İki evladı, torunları, hayat arkadaşı aynı çatı altında.

Çok eski yıllara uzandı hayali, uzun yaz tatillerinde koca taş evin her bir odasında ayrı aile. Pürneşe yemek sofraları, çocukların tatlı tatlı tartışmaları, koridorlarda, üst katta, arka bahçede koşuşturmaları. Asuman’ın muziplikleri, Sevim’in harikulade yemekleri. Ne güzel yıllardı, ne güzel yaz tatilleri. Acı bir tebessümdü belki yakışan, lakin olmadı. Gülümseyemedi. Yalnız gözbebekleri yandı, dolu dolu oldu gözleri.

- Dedeciğim, bir bak yüzüme ama. Ablam geldi unuttun beni. Pabucumuz dama mı atıldı?

Açmak istedi gözlerini. Ama gözlerine söz geçiremeyecek kadar yorgundu.

- Bak dede bir konuda anlaşalım, unutma ben senin ilk gözağrınım.

Ayşeciğinin sesi odanın beyaz duvarlarında yankılandı durdu. Kelimeler uzadı, kelimeler kısaldı. Uykusu vardı. Uzun bir uykuya dalası vardı.

Zorlukla açtı gözlerini. Ne çok kaybedilmiş zaman vardı aralarında. Ne çok biriktirilmiş cümle ne çok “keşke”leri vardı. Şimdi tam da bu fırsatta söylenecek ne çok şey vardı.

Keşke… Tövbe, nasip…
Vazgeçti, uyumak istiyordu. Hem ne çok yorulmuştu. Sıkıca yumdu gözlerini, gözyaşları beyaz yastığına süzüldü.

***
Varsın her sabah gelen doktor genel durumu kötü, bilinci kapalı yazsın. Yalan değil, gördüm.



...Ayaz yanığı...

Sevdan Uğruna

Kocaman bir “hiç”le çıktım yola ben... Arayanlardı ancak bulanlar... Ardım seni... Göğe baktım yoktun... Yere baktım yok... Oysa gecenin aydınlığını senden bildim ben... Şafağın habercisi sen olmalıydı... Baharda filizlenen her ağaç sendendi... Yokluğunla sonbaharlar gelirdi... Düşlerimde bekledim. Seherlerde tükendim. Her gece saklambaç oynadım ben seninle... Ve hani sen ben elma deyince çıkacaktın. Her seher hezimete açtım bakışlarımı. Güneşe küsesim geldi... Küsmek bana göre değildi velakin küsemedim...

Kocaman bir “hiç”le çıktım yola ben. Seyyahtım... kelebeklerle uçuştum, rüzgarla savruldum. Yapraklarla birlikte düştüm yollarına... Baharla papatyalandım kaldırımlarında. Pencerene konan kuştum kış ortasında... Odandaki sessizlikte ben vardım. Çığlıklarımda yalnız sen. Canında can, gözünde fer, ömrüne yoldaş... Bir avuç, bir yürek, iki damla yaş. Ben, ben olmaktan çoktan vazgeçmiştim...

Yoldaydım doğru... Arıyordum... Sora sora bulunurdu ya sordum... Ela gözlü ceylanlara, lodoslara, Ferhad’a sordum seni, başı dumanlı dağlara... Ceylanlar tövbekar oldular sevda gölünden içmeye. Lodoslar dağıtmaya tevbekar oldular...

Dağlar yol verdi... Yollar düz verdi... Düzlükler umut... Yürüdüm... Yürüdüm... Yürüdüm... Yürek eskittim... Gönül tükettim... Tükenmedim velakin...

Şafağın bekçisiyim. Boynumu büktüm, kırdım dizlerimi.. Ve sustum lâl ettim dilimi... Şafağın gözcüsüyüm gayrı. Bülbülü güle emanet ettim. Geceyi bağrıma... Şafağı nazarıma fer bildim de bekledim... Bekledim... Bekledim... Tik taklarını birbirine uladım saatimin... tükenmiş sözcükleri savurdum ardıma teker teker hatıra diye Hasel ile Gratel’e özenip... Lakin; ümidini kuşanmış bir sevda savaşçısıyım inadına... dizlerine derman, sadrime inşirah, sözüme hikmet... İlahi lütfet...
“Sana doğru her adım neden hep ölüm sunar” diye isyan etmedim. Izdırabı kevser niyetiyle yudumladım seni her hatırladığımda... seninle sevdim hasreti... Özlemdeki lezzeti seninle tattım.
Vuslat korkusunu öğrendim senle... Ne olur gelme! Ne olur çıkma inatla elma desemde...

Gelirsen ben olmayabilirim... İhtimal ki, beklediğim ve aradığım sen olamayabilirsin... Vuslat kurutabilir özümdeki pınarı... Yazamayabilirim o vakit... Tükenebilirim ihtimal...

İhtimallerle kuşatılmış bir dünyanın avare bir seyyahıyım sevgili... ya durdur ve meskun kıl beni ya da bir hatıra ver ve uğurla... Ve su dökme ardımdan... Dönemeyebilirim ihtimal... Ben seni sevmiş olmanın zevki ve sana kavuşmak şevkiyle böylesi müteyakkız... Böylesi cesur cehaletimden... Hiçbir handa bekleme beni... ne de yolun sonundaki peronda... İhtimal yolda can verebilirim... Aramış olmanın refahı içimde, huzura vardığımda şefaatçi diye sevdamı sunarım Makam ı Akdes’e ihtimal...

“Hiç” kocaman olur mu? Olmaz... Hiçliğin tüm yokluğu ve yoksulluğuyla (ihtimal zenginliğiyle) vurdum ruhumu yola... Ceylanlarla dertleştim... Kederlendim kırkikindi yağmurlarıyla... Gelinciklerle ala boyandı müstesna mevkileri gönlümün... Nevbaharla yeşillendim... Gönendim... Filizlendi parmak uçlarından bedenim. Kök salmak ürküntüsüyle sarsıldım ve o korkuyla ruhumu yeniden yollara vurdum. İhtimal dedim ya sevgili bulduğum sen olmayabilirsin...Bakışlarında kendimi bulamayabilirim... Özümden özünü seçemeyebilirim ihtimal...

Ben seni aramaya sevdalı bir savaşçı... Savaşı kendisiyle olan bir garip seyyah... Sevgili hiçbir handa arama beni...Ne de yolun sonundaki peronda... İhtimal yolda can verebilirim...

Bak ben geldim...

Belki bir besmeledir bu...

Ne desem boş desem biliyorum ki boş... Şimdi çalmaya başlayan melodi de aslında esasında bir anlam ifade etmiyor adam akıllı.. Ama ya hani tesadüfü silmiştik lügatlerimizden... Hani tevafuklar ülkesine kanatlanıvermişti gönül kuşlarımız bir seher vakti...

Tevbelerde yitirilenlerle can bulan olabilmek ümidiyle yanarken yüreklerimiz ey dost, bu da nereden çikti... Bu fırtına alabora ederse gemimizi... “Şüphesiz ben nefsime zulmettim, lakin, amma ve ancak bilirim ki, sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” dualarıyla bir balığın karanlığından çiçekli sahillere vurur muyum?

Martıların çigliginda saklı ağıtı duydum ben dün. Tam da dün keşfettim iki nota arasında saklı gözyaşlarını...

Ey dost dualarla filizlenen ağaçlar gördüm bir galaksi de... Gözyaşlarıyla boyveren kardelenler... Ağıtlara karışan çocuk sesleri, can ve hayatla aynı eşikte körebe oynayan ölümü gördüm... Gördüm, gökleri sonsuzluğa yolveriyordu.Dağlarında yamaçlarında gelinciklerle karanfiller yeşeriyordu... Evleri hicaz bir melodiyle ses buluyordu... Senin rüyalarına uğrayan benim yüreğime gömüldü... Yalan değil gördüm.

Düşünüyorum da dost, ne çok anlamlar yükledik hayatlarımıza ve ardımızda bir fotograf bile bırakamadan dostların albümlerinde... Güzel ya da değil ne farkeder... Bizden bir cümle bıraksaydık, bir damla karanfil suyu, bir tutam mavi, bir avuç deniz suyu, birkaç deniz kabuğu yitirilmiş bir ülkeden... Bir parçamızı bıraksaydık da öyle ayrılsaydık bu dünyadan...

2003

Ayrılıgın Dört Hali








1.O’na

O’na dair…
Kapının eşiğinde, bir soluk ötendeyim. Sense duvarlar ardında müphem… Aç kapını… Aç ki bu sen olmaktan öte bir derdi olmayan aşık içeri girebilsin…
Aç kapıyı, dışarıda ayaz var.

Gidenlerin Ardından...


Toplantı Tutanakları

Mavi renkli klasöre takıldı gözü. Şunu da kırmızı yapsam da biraz içim açılsa dedi içinden. Muzip bir gülümseme oturdu dudaklarını kenarına. Önce telefona, sonra zımba ve delgecine baktı. Notluğuna.. Kıpkırmızı bir gelincik tarlası işte dedi kendi kendine. Yazılması gereken bir çok toplantı tutanağı arasında boğulmuştu ve aslına bakarsanız kendine eğlence arıyordu. Çay dedi kendi kendine. Çay… İlahi nimet.. Bir bardaklık çay süresinde insan tüm yorgunluklarından, tüm kargaşalarından kurtuluverirdi. Bir bardak çay ki, kahraman bir süvari olur, gününüzün o vaktini aydınlatır, içinizi yıkar, fikrinizi temizler, candan bir dost olur gönlünüzü şenlendiriverir. Hemen kırmızı renkli telefonuna davrandı: “Serap hanım, çayınız var mı ? Harika. Bir bardak çay lütfen.”

İşte bu kadar. Bundan sonrası çok daha kolay olacaktı, biliyordu. Başını pencereye çevirdi, güneşe gülümsedi. İçine yaramaz bir çocuk körebe oynuyordu. Rüzgar gülü dönüyordu yüreğinde fırıl fırıl… Çocukluğu düştü aklına. Beykoz sahilindeki çocuk parkı. Eyüp Sultan’ın daracık sokakları geldi aklına. En çok da güvercinler. Ne severdi güvercinleri uçurtmayı. Öyle ya, güvercin dediğine uçmak yaraşır.

Kapının sesiyle gerçekler ülkesine döndü bakışları… Serap hanım her zamanki gibi gülümseyerek bıraktı tavşankanı çayı masaya. Buyurun.. dedi sadece. Her zamanki gibi vakur, her zamanki gibi nazenin, her zamanki gibi zarifti.

- Teşekkür ederim, yaşayın Serap hanım, siz de olmasanız ben ne yaparım yahu..
- Estagfirullah…
- Beni seviyorsunuz değil mi ?

Serap hanım şaşkın bir gülümsemeyle döndü kapıdan,
- Efendim..?..
- Beni diyorum Serap hanım, çok seviyorsunuz değil mi?
- Evet dedi serap hanım gülümseyerek.
- Biliyorum. Çünkü ben de sizi seviyorum.
Serap hanım gülümseyerek çıktı odadan. Söylenecek fazla söze gerek olmadığını o da biliyordu. Serap hanımın gülümsemesiyle o da gülümseyiverdi.

Fakat öyle bir kalabalık çökmüştü ki üzerine, silkinip atamıyordu bu ağırlığı üzerinden. Raflara baktı, masaya baktı, yığılmış klasörlere. Gayri ihtiyari şakaklarına götürdü ellerini, başına öbeklenen ağrıyı elleriyle söküp atacakmışcasına sıkı sıkı tuttu iki yanından başını… Bir yudum çay. İlaç niyetine, şifa umuduyla. Tabi ya, çay gelmişti. Ne çok toplantı tutanağı var yazılması gereken.

Önce ne varsa topladı masanın üzerinden. Hepsini istifledi ve rafa kaldırdı. Göz önünde dağ gibi görünen onca evrak, daracık rafa sığışıvermişti. Biraz şaşırır gibi oldu. Ama sırtını döndü tüm klasörlere. Yapılması gereken öncelikli bir işi vardı. Yazılması gereken yeni bir renk hikayesi…

Gülümseyerek bilgisayarının başına oturdu. Klavyeye götürdü parmaklarını, aynı muzip gülümseme vardı dudaklarının kenarında…

“Beyaz’dan sonra şimdi de kırmızının hikayesi…”